12 Ağustos 2017 Cumartesi

Londra

Son yazımın tarihine baktım da üzerinden çook uzun bir zaman geçmiş. Bu uzun arayı, güzel bir Londra yazısıyla bozmak istedim. Bu sefer turistik yerlerden çok bahsetmeyeceğim, onlar her yerde var. Biraz şehrin kendisinden, özelliklerinden ve gitmek isteyenlerin dikkat etmesi gerekenlerden bahsedeceğim. Umarım Londra'yı gezip görmek isteyenler için işe yarar bir yazı olur.

Coğrafya ve Vize

Londra, herkesin bildiği gibi İngiltere'nin başkenti. Fakat bu bölgede, "ülke" dışında, kafa karıştıran farklı bir kaç kavram da. Öncelikle kısaca bunlardan bahsedeyim. Londra, adı "İngiltere" olan ülkenin başkenti. Fakat bu bölgeye geldiğinizde daha çok Birleşik Krallık (United Kingdom)'ı duyacaksınız muhtemelen. Bir de Büyük Britanya (Great Britain) var :) Yandaki haritada detaylı bir şekilde gösteriyor aslında. İngiltere, İskoçya ve Galler'in bulunduğu büyük adaya Büyük Britanya; buna Kuzay İrlanda'yı da eklerseniz Birleşik Krallık oluyor. İrlanda, Kuzey ve İrlanda Cumhuriyeti'nden oluşan ayrı bir ada ve bu da komple işin içine girince British Isles kavramı ortaya çıkıyor. Bunları söylememdeki asıl sebep şu: vize! İngiltere'yi ziyaret etmek için UK (Birleşik Krallık) vizesi almanız gerekecek ve en az 6 aylık alacaksınız. Vize almak çok zor değil, belgeler vs. belli fakat aldığınız nefes için bile ekstra para isteyecekler bunu bilin. Normal başvurular 15 iş gününde sonuçlanıyor. Bu vizeyle İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzay İrlanda'ya girebiliyorsunuz. Normalde Birleşik Krallık vizesi ile meşhur Dublin'in de olduğu İrlanda Cumhuriyeti'ne giriş yok fakat İrlanda Cumhuriyeti ve İngiltere arasındaki bir anlaşma gereği, 30'a yakın ülkeye ekstra bir ayrıcalık tanınmış ve UK turist vizeniz ile, İngiltere üzerinden İrlanda'ya girebiliyorsunuz. Öncelikle bir kere İngiltere'ye giriş yapmanız gerekiyor ama. Sonrasında ise istediğiniz gibi direkt uçuşla bile İrlanda Cumhuriyeti'ne gidebilirsiniz. Unutmayın, bu sade turist vizesi için geçerli. Örneğin benim gibi çalışma vizesi ile geldiyseniz Dublin'e gitme hayalleriniz bir başka bahara kaldı demektir :(

Havalimanları

Evet vize işlerini bir kenara bırakıp Londra'ya gelelim. Londra, toplamda 6 adet havalimanına sahip. Bizi ilgilendirenler ise Heatrow, Gatwick, Luton ve Stansted. Luton ve Stansted merkeze diğerlerine göre daha uzakta ve zorunlu olmadıkça tercih etmeyin. 40-50 lira ucuza buraya uçan bir uçuş sonrası merkeze gelmek için 20 GBP vermek zorunda kalabilirsiniz. Merkeze en rahat ulaşımı olan Heatrow Havalimanı. Buradan Piccadily metro hattını kullanarak metro ile merkeze gelebilirsiniz. 2. tercihiniz ise, benim de kullandığım Gatwick olmalı. Buradan da merkez Victoria İstasyonu'na 30-35 dakika gibi bir sürede trenle gelebilirsiniz. Ulaşım kartınız, temassız kredi kartınız ya da Oyster'ınız (Bunlardan birazdan bahsedeceğim:) varsa tek yön 8.10 GBP.

Hava Durumu

Londra, kuzeyde ve okyanusa kıyısı olması sebebiyle soğuk. Yazın bile geldiğinizde hiç boşuna kısa şort, ince bluz falan getirmeyin. Bu yazdıklarımı Temmuz ortası, Ağustos başında yazıyorum öyle hesap edin. Yerel insanlarla konuştuğumda şunu öğrendim. Londra'da yaz, Wimbledon teniz turnuvası boyunca sürermiş. Turnuva bitince yaz mevsimi de sonbahara dönmeye başlarmış. Turnuva genelde Temmuz başında başlar ve Temmuz ortasında biter. Temmuz ortasında Londra'ya indiğimde herkes parmak arası terlik ve kısacık şortlarla dolaşırken 1 hafta sonra herkes kaban giymeye başladı :) Bunu söylerken tabi ki istisnalar olabilir fakat genel olarak yazın geliyorsanız serin bir yaz ve sonbahar havası bekleyin. Bir de her daim yağmur yağma ihtimali var. Park vs. gezmek için planlarınızı, o günün sabahı hava durumuna bakarak yapın. Yoksa gününüz heba olabilir. Yağmur her an yağma potansiyeline sahip. Bir de tamamen bulutlu bir havada güneş yanığı olabilirsiniz :) İnanın ben de anlamadım buranın havasını, 4 mevsime de hazır olun :) Her zaman yanınızda bir yağmurluk, şemsiye bulunsun.

Ulaşım



Londra demek ulaşım demek. Şehir büyük. Bazı yerlere yürüyerek gidebiliyorsunuz fakat genel olarak hayatınız metro ve otobüslerde geçecek. Londra, devasa bir ulaşım hattına sahip. Zaten metro haritasına ilk baktığınızda çok korkacaksınız. Kaldıkça alışıyorsunuz ama. Şehirde metro, tramvay, tren, otobüs ve hatta havaray ile ulaşamadığınız yer yok gibi bir şey. Metrolar gece 12'ye kadar çalışıyor. Bazı hatlar için gece metroları var ve bunlar da Cuma ve Cumartesi geceleri çalışıyor. Otobüsler ise 24 saat kullanılabilir fakat geceleri otobüs seferleri de azalıyor. Bu karmaşık ulaşım haritasını kolay hale getirmeniz için ise bir uygulama yeterli: Citymapper. Ne yapıp edip gitmeden bu uygulamayı kurun. Tek yapmanız gereken gideceğiniz yeri aratmak ve uygulama ise bütün ulaşım opsiyonlarını söyleyecek. Hem ücret hem de süre bilgisini de göreceksiniz. Hatta Uber'in fiyatını bile söylecek size. Bu uygulama olmazsa olmazınız olmalı. İkinci önemli nokta ise seyahat kartları. Londra'da Oyster adında bir kart var. Bu kartı merkezdeki hemen hemen her istasyondan, hatta bazı büfelerden elde edebilirsiniz. Bir kart ücreti var ve satın aldıktan sonra kredi kartınızla, her metro girişinde bulunan kiosklardan içine para yükleyebiliyorsunuz. İşiniz bitince de hem kart ücretini hem de içinde kalan parayı iade alabiliyorsunuz. Oyster'ı, metro, tramvay, havaray, otobüs gibi tüm ulaşımlarda kullanabilirsiniz. Bazı tren seyahatlerinizde de kullanabilirsiniz. Örneğin yukarıda bahsettiğim Gatwick Havalimanı - Victoria treni, normal bilet alırsanız 15 GBP, Oyster kullanırsanız 8,10 GBP. Bu kartı da aynı Akbil gibi okutuyorsunuz. Metro ve tramvay kullanırken hem girişte hem çıkışta, otobüs kullanırken sadece girişte okutuyorsunuz. Eğer metroda çıkışta okutmazsanız gişelerden geçemezsiniz haberiniz olsun. Ayrıca Londra'da temassız kredi kartı kullanımı çok yaygın. Bunun bir getirisi olarak Oyster kullanabildiğiniz turnikelerde temassız özellikli kredi kartınızı da kullanabilir, girişte çıkışta kredi kartınızı okutup Oyster kullanır gibi geçiş yapabilirsiniz. Fakat Oyster'ın indirimlerinden faydalanmak için aynı kredi kartını kullanmanız şart. Ayrıca Android ve iOS telefonlarınızla da NFC ile ödeme yapabilirsiniz.

Londra Metro Haritası (TFL)
Oyster kartı alıp para yükleyip kullanmaya başladığınızda "Pay as you go" yani kullandığın kadar öde şeklinde oluyor. Bunun da bir üst limit var ve onu geçmiyor günlük ödediğiniz miktar. Örnek vermek gerekirse sadece 1. ve 2. bölge içinde gezdiğiniz durumda günlük 6,60 GBP'yi geçtiğiniz zaman kartınızda daha fazla para gitmiyor. Günlük limit 6,60 GBP. Buradan şu soruya geliyoruz: Bölge ne demek? Londra şehri, merkeze uzaklığına göre en merkezi 1. bölgeden en uzak 9. bölgeye kadar numaralandırılmıştır. Bu bölgeler, metro kullanırken ödeyeceğiniz ücretleri belirler. Genelde tüm turistik yerler 1. ve 2. bölgede bulunur. Fakat otelinizin 4. bölgede bulunması gibi bir durumda günlük maksimum Oyster ödemeniz 6,60 GBP'den bir anda 9,50 GBP'ye çıkar. Bu nedenle otelinizin lokasyonuna dikkat edin. 3-5 lira az para vereceğim derken ulaşım için cebininizden çok para çıkabilir. Oyster 1. opsiyon. 2. opsiyon ise Travel Card. Bu kartları günlük, haftalık, aylık ya da yıllık alabiliyorsunuz. Eğer 1 haftadan fazla kalacaksanız ve metroyu çok sık kullanacaksanız, Oyster'dan daha karlı olabilir. Fiyatlara https://tfl.gov.uk'den bakabilirsiniz.

Ulaşımla devam edersek, böylesine büyük bir metro ekosistemini işletmek kolay değil. O nedenle aksaklıklar ve değişiklikler her zaman oluyor buna alışın. 30 dakikada gideceğiniz bir yere bir anda 1 saatte varabilirsiniz. A hattına binersiniz, 3 durak sonra hattınız bir anda B hattına dönüşür. İneceğiniz duraktan 2 durak önce "Son Durak" anonsu duyabilirsiniz. Bu nedenle gözünüz uyarı ve yazılarda, kulağınız da anonslarda olsun. Ulaşım genel olarak çok yorucu. Metro aktarmaları, metroların sıcaklıkları vs. sizi çok yoracak ve boğacak buna hazırlıklı olun fakat istediğiniz her yere de metroyla gidebileceksiniz. Metro yerine otobüs de tercih edebilirsiniz. Londra'nın meşhur 2 katlı otobüslerine zaten kesin binin fakat özellikle merkezi yerlerde bir yerden bir yere gitmek çok zaman alıyor. Hiç abartmıyorum, yürüyerek otobüsten daha hızlı gidebiliyorsunuz bazı yerlerde. Çok fazla trafik ışığı var. Fakat otobüs ücretleri de metrodan daha ucuz ve 1 aktarma da ücretsiz.

Bisiklete olayına gelirsek, şehrin çok bisiklet dostu bir şehir olduğunu söyleyemeyeceğim. Bir Amsterdam ya da Barcelona gibi her yerde bisiklet yolları yok. Parkların bir çok bölümünde bile bisiklet sürmek yasak. Genel olarak arabalarla birlikte yolda gitmeniz gerekiyor. Bu da özellikle bisiklet tecrübesi olmayan kişiler için, hem de ters yönden akan trafikte büyük tehlike demek. Ama bir çok şehirde bulunan günlük bisiklet kiralama opsiyonu Londra'da da var. Santander bisikletlerini sadece kredi kartınızla günlük 2 GBP'ye kiralayabilir, yarım saati geçirmeden ücretsiz kullanabilir sonra başka bir durağa bırakıp yine aynısını yapabilirsiniz. 24 saat sadece 2 GBP. Fakat şunu unutmayın, Londra trafiği, gerçekten yoğunluk ve saygısızlık olarak İstanbul trafiğini aratmayacak cinsten. O nedenle yaya ya da bisikletli olarak çok dikkatli olun. Arabaların ters şeritten gittiğini hiç bir zaman unutmayın. Bazı yerlerde karşıya geçmeden önce "Sağa Bakın" ya da "Sola Bakın" diye yazar yerlerde. Bu yazılara dikkat edin.

İnsanı

Borough Market
Londra aşırı kozmopolit bir şehir. New York'u gezenler ve sevenler hiç yabancılık çekmeyecektir. Çok fazla milletten insan ve ağırlıklı olarak Hintli ve Pakistanlı mevcut. O bildiğiniz kızıl saçlı beyaz tenli İngilizler yok denecek kadar az Londra'da. Göçmenler de İngilizce'ye oldukça hakim. Çok net bir İngiliz aksanı duyup dönüp baktığınızda bir pakistanlı görmeniz çok olası. Fakat herkes mükemmel bir uyum içerisinde. İnsanlar aşırı kibar. İki valiz taşıyarak otele giderken metrolarda ergeninden, ev hanımına, sarhoşundan, iş adamına herkes valizlere yardım etmek istedi. Herkesin iki lafı "Sorry" ve "Thank You". Kendinizi bu anlamda iyi hissedeceksiniz. İkinci olarak ise şehrin kalabalıklığını her zaman göz önünde bulundurun. İş zamanları "Peak Time" ( 06:00-09:30 ), tüm metrolar tıklım tıklımken sonrasında bomboş seyahat edersiniz. Tren, metro, otobüs biletlerinin tamamı da bu saatlerde daha pahalıdır aklınızda bulunsun. Zamanınız çoksa, bu saatleri es geçin derim.

Burada bir diğer durum ise iş çıkışı sosyalleşmek. Saat 17:30'da her yer boş iken 18:00 - 18:30 civarı bir anda tüm mekanlar beyaz yakalı dolar. İş çıkışı bira içmek diye bir kültür var burada. Çalışanlar, tek, iki kişi ya da grup olarak iş çıkışı bir mekana giriyorlar, birer bira içip sohbet edip çıkıyorlar. Böylece heme sosyalleşmiş oluyorlar hem de iş çıkışı yoğunluğunu atlatmış oluyorlar.

Yemek

Wagamama spesyallerinden
Londra, Pound ya da Sterlin ne derseniz, kur olayından ötürü bize göre oldukça pahalı bir şehir. 4,65 TL olan Türk Lirası - GBP kurunu, bankalarında da harcamalara koyacağı farklardan ötürü ben 5TL gibi düşünüp harcadım paramı. Burada en çok para ulaşıma gidecek onu unutmayın. Gelelim yemek olayına. İngiliz mutfağı diye bir şey yok öncelikle onu söyleyeyim. Londra'nın büyük bir kısmı obezlerden oluşuyor. Sürekli kızartma yiyorlar ve sizin de çok bir seçeneğiniz kalmıyor. En buraya özgü iki yemek olarak Fish & Chips ve Mac 'n' Cheese var. Birisi morina balığı ile yapılan balık kızarma ve patatez kızartması, diğeri de peynir soslu makarna diyebilirim. Bunun dışında tüm dünya mutfaklarını bulabilirsiniz. Başta Uzakdoğu, Hint ve İtalyan mutfağı olmak üzere bir çok çeşit restoran var. Ben gitmedim ama bazı yerlerde Türk restoranları da gördüm. Simit Saray ve Kahve Dünyası da var :) Restoranlarda ortalama bir porsiyon ana yemek 9-13 GBP bandında. Tabi bu fiyatı artırabilirsiniz de. Ya da Çin Mahallesi'ne gidip 6-7 GBP civarına tıka basa doyabilirsiniz. Çin Mahallesi'nde Misato'ya kesin gidin. Fiyat / Performans daha iyi yemek yenecek yer yok bence Londra'da. Somon'lu menüleri var 6 GBP civarına ve bir harika.

Restoran dışında gün içinde ya da bazen akşam atıştırmalık ya da doymalık sandviç de yiyebilirsiniz, burada çok yaygın. Pret a Manger ya da Marks and Spencer yemek bölümlerinde bulabilirsiniz. Ayrıca şehrin her yerinde, gitmenizi tavsiye edeceğim Costa Cafe ve Cafe Nero'lar var. Buralarda 2-3 GBP civarına çok lezzetli sandviçler yiyebilir, 2 GBP civarına da kahvenizi alabilirsiniz. Eğer uzun süreli kalıyorsanız market ihtiyacınızı Sansburry's ya da Tesco'dan karşılayabilirsiniz. 75ml sular genelde 1 GBP civarı fakat gönül rahatlığıyla şişenizi musluktan doldurabilirsiniz. Londra'da musluk suyu içilebilir. Hatta bazı restoranlarda size musluk suyu bile getirebilirler bardakta.

Çok fazla seçenek var tabi ama restoran olarak önerebileceğim bir kaç yer var. Ortalama fiyatlara, temiz ve ortalamanın üstü yemek için "Frankie and Benny's"i tercih edebilirsiniz. Her yemek sonrası bir sonraki yemek için %25 de indirim kuponu verirler, bunu da kullanın. Biraz önce bahsettiğim Misato'ya kesin gidin. Japon mutfağı fakat her şey var, çok ucuz ve porsiyonlar çok doyurucu. Fish & Chips için "The Mayfair Chippy"ye gidin. yemek olarak bana çok hitap etmedi fakat eşim bayıldı lezzetine buranın. Zaten girişte de bi dolu Michellin, Tripadvisor vs. sticker'ı göreceksiniz. 15-16 GBP civarı porsiyonlar. Gerçekten tıka basa ete doymak istiyorsanız "Bodean's" gidin. Şehirde bir kaç tane var. Ortam çok barbarca onu söyleyeyim, kibar bir ortam beklemeyin. Her taraf hunharca barbekü yiyen insanla dolu fakat et bir harika. Logosunda domuz resmi var ama çok doyurucu Beef opsiyonları da var. Yine uzakdoğu isterseniz Wagamama'yı da öneririm. Buranın yemekleri de oldukça doyurucu. Yine ucuza, otantik yemekler yemek isterseniz Borough Market'i şiddetle tavsiye ederim. Bir dolu mutfaktan sokak yemekçisi var burada ve 4-5 GBP'ye çok doyurucu afrika yemekleri falan yiyebilirsiniz. Yerel bir İngiliz Pub'ı için de "Nag's Head"e gidebilirsiniz.

Gezilecek Yerler





Burada sadece isim vereceğim. Zaten herhangi bir blogda bulabilirsiniz turistik yerleri. Tek söyleyeceğim, devlete ait olan müzeler ücretsiz, diğer her şey ücretli. Ücretli aktiviteler için 20 GBP civarı ücretleri gözden çıkarmanız lazım. Açık söyleyeyim baya koyuyor insana. Ben hepsine giderim, vaktim de var diyorsanız London Pass alabilirsiniz. O zaman baya ucuza geliyor. Diğer bir yöntem ise gün içinde tren kullandıysanız, tren biletini göstererek 2 aktiviteye tek ücret verebiliyorsunuz ya da iki kişi için tek kişi ücreti. Bazı aktiviteler için çikolata kutularında falan indirimler olabiliyor onları takip edebilirsiniz. Meşhur British Museum, Natural History Museum ve National Gallery ücretsiz. Diğer herşey ücretli :) Big Ben, Westminster Abbey, Tower Brige gibi yerlerin resimlerini falan çekebilirsiniz tabi ama içlerine girmek paralı. Londra'daki bence en mükemmel ücretsiz aktiviteler ise parklar. Ben bu kadar güzel parklara sahip bir şehir daha hatırlamıyorum. Meşhur Hyde Park'a gidebilir, gerçek geyiklere 1-2 m yaklaşmak isterseniz, Yosemite ayarında Richmond Park'a gidebilir, sincaplara dokunmak, onları sevmek isterseniz Regents Park'a gidebilirsiniz. Yetmezse St. James's Park var, Green Park var... Parka doyacaksınız burada onu söyleyeyim. Eğer eğlence sever bir insansanız ve ABD'deki Disneyland tarzı roller coaster falan istiyorsanız Thorpe Park'a gidebilirsiniz. Çok fazla turist olacak ve başka bi şehirde gittiyseniz belki verdiğiniz paraya değmeyecek fakat içinde Atatürk'ün de balmumu heykelinin olduğu Madame Tussaud's a gidin bence.

Aklıma gelen gezilecek yerleri de buraya şöyle not düşeyim:

Big Ben, London Eye, Buckingham Palace, Westminster Palace & Abbey, Trafalgar Circus, Piccadilly Circus, St. James's Park, National Gallery, Tower of London, Tower Bridge, Thames River, St. Paul Cathedral, National History Museum, King's Cross Station, Holland Park, Harrods, Notting Hill, Oxford Street, Richmond Park, Hype Park, Covent Garden, Madame Tussaud's, Soho, Green Park, British Museum, Victoria&Albert, London Zoo...

Son Notlar

Merkezden bir yerden yerel bir telefon hattı almanız avantajınıza olur. Internet her yerde lazım olabiliyor çünkü. Her bakkalda en ucuz hat olan Lyca Mobile'ı bulabilirsini. Ben biraz pazarlıkla EE operatöründen 12GB 100DK Sınırsız SMSli hattı 15 GBP'ye almıştım. Gelelim alışveriş kısmına. Alışveriş için çok uygun bir yer değil bence Londra. Bazı şeyler ciddi ucuz fakat kur farkından dolayı beliniz bükülüyor. İlla ki bir şeyler alacağım derseniz meşhur Primark var oraya gidin. Bizim oraların LCWaikiki ayarında bir yer fakat ihtiyacınız olması durumunda kıyafetler ciddi ucuz. Hediyelik eşya için Oxford Caddesi'ni tercih edebilirsiniz, bi dolu dükkan var. Ayrıca buraya kadar gitmişken de Ben's Cookies'in enfes kurabiyelerinden yemeden dönmeyin :) Belki biraz pahalı gelecek fakat imkanınız olursa bir müzikale gidin. Ben Mamma Mia! ya gittim ve gerçekten çok eğlendim, şahaneydi.

Ben kullanmıyorum fakat arkadaşlardan biliyorum, eğer sigara içiyorsanız, burada içmeyin :D Ya da kutu kutu sigara getirin yanınızda çünkü bir kutu sigara 10 GBP civarı (Evet yaklaşık 50TL). Kullananlar için Londra elektronik sigaranın en önemli lokasyonlarından. Likit vs. falan ucuza bulabilirsiniz burada.

Londra'nın simgesi çift katlı otobüsler hala her yerde var fakat bir kaç sene önce bu otobüsler yenilendi. Fakat 15. otobüs hattında hala bir kaç tane eski otobüsten var. Muavin anonsları yapıyor, bilet kontrolleri kapıda yapılıyor falan. Nostalji yaşamak isteyenler kaçırmasın. Bu arada sakın "hop on hop off" otobüslere para vermeyin. Atlayın normal bir otobüse, üst katına çıkın, aynı keyfi alabilirsiniz.

Eğer zamanınız çoksa ve otobüs yolculuğunu dert etmezseniz Manchester ve Liverpool'a 5 GBP gibi komik ücretlere gidebilirsiniz. Ayrıca otobüsle bir saat mesafedeki Oxford'a da gidin derim. 1-2 hafta öncesinden bilet alırsanı gidiş geliş 2 GBP'ye otobüs bulabilirsiniz. Meşhur üniversiteyi ve sanki zamanın durduğu Oxford bölgesini görebilirsiniz. Megabus'ın websitesini bir ziyaret edin derim.

Bir parantez de British Museum'a. Beni Louvre'dan bu yana en tekileyen müze oldu diyebilirim. Herkes adamlara hırsız diyorlar bu kadar eseri çaldıkları için fakat ben başka türlü bakıyorum olaya. O eserler zamanında o bölgelerden alınmasaydı, belki de bugün yok olmuş, bir bomba patlamasıyla yerler bir olmuş ya da zarar görmüş olacaklardı. Bu şekilde koruyup kollayıp üstüne bir de ücretsiz bir şekilde giriş imkanı tanıyorlar daha ne olsun! Özellikle gerçek mumyaların bulunduğu Mısır ve Asur bölgeleri çok etkileyici. Doya doya gezmek için 1-2 gününüzü ayırın derim. Ben azar azar gezerek, toplamda 3 günde bitirdim.

Son bir not. Buralara kadar gelmişken bir futbol maçı izlemeden dönmeyin. Paranıza kıyın ve gidin. İnsan gibi giriş çıkış yapabildiğiniz, yemeğinizi yiyip içeceğinizi rahat rahat içtiğiniz, biletinizde yazan yere GERÇEKTEN oturup saygısızlık olmadan rahat rahat dünyanın en keyif veren futbol oyununu yerinde izleme imkanı bir daha gelmez. Bu fırsatı tepmeyin. Ayrıca eğer tarihleriniz uygunsa, kort biletiniz olmasa bile Wimbledon Teniz Turnuvası'na gidin. En azından Henman Hill'de herkesle birlikte çimenlerde dev ekrandan maç izleyip kremalı çilek yiyin.

Yorulun, para harcayın ve Londra'nın tadını çıkarın. Diğer Avrupa şehirleriyle fazla kıyaslamayın. Buranın kendine özgü bir tarzı var. Biraz yoran, biraz insanı boğan ama yine de keyifli. Siz de keyif almaya bakın.

 







( Londra, Arsenal, Chelsea, Futbol, Seyahat, Gezi, İngiltere, Birleşik Krallık, Big Ben, London Eye, Buckingham Palace, Westminster Palace & Abbey, Trafalgar Circus, Piccadilly Circus, St. James's Park, National Gallery, Tower of London, Tower Bridge, Thames River, St. Paul Cathedral, National History Museum, King's Cross Station, Holland Park, Harrods, Notting Hill, Oxford Street, Richmond Park, Hype Park, Covent Garden, Madame Tussaud's, Soho, Green Park, British Museum, Victoria&Albert, London Zoo )

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Wimbledon Tenis Turnuvası



Her tenis severin hayalinde vardır bir şekilde imkan bulup da bir Grand Slam'i yerinde izlemek. Avustralya ve ABD'nin bize uzak oluşu, Roland Garros ve Wimbledon'ı gitmeye daha uygun hale getiriyor. Sıkı bir Roger Federer fanatiği olarak ise benim favorim her zaman için Wimbledon'dur. Bu yıl, ucundan kıyısından da olsa bu organizasyona tanıklık etme imkanım oldu. Internette Wimbledon'a gidip yerinde maç izleyebilmek ile ilgili bir çok İngilizce yazı bulunmakta fakat çok fazla Türkçe kaynak yok. Ben de, bu atmosferi yaşamak isteyen arkadaşlar için ufak bir rehber hazırlamak istedim.

Wimbledon sezonun 3. Grand Slam ve çim kortta oynanır. Maçlar, Londra'da bulunan Wimbledon bölgesindeki 18 kortluk All England Lawn Tennis Club'a ait alanda oynanır. Genel olarak Haziran ayının son haftası ya da Temmuz ayının ilk haftasında başlar ve 2 hafta sürer. Tüm dünyanın gözünün üzerinde olduğu ve herkesin gelip maç izlemek için can attığı bir organizasyonda elbette bilet bulmak kolay değil ve bu yazının asıl amacı da bu niyette olanlara yardım etmek :)

Öncelikle, bir maçı yerinde izleyebilmek için biletli seyirci olmanız gerekiyor. Bu biletleri temin etmenin birden çok yolu var hepsi de birbirinden zorlu.

Yöntem 1: Kura

Her yıl, turnuvadan aylar öncesinden ücretsiz olarak bilet kurasına katılabilirsiniz. Bu kura için tarihleri Wimbledon'ın resmi web sitesinden takip etmeniz gerekiyor. İki tip kura vardır. Bir tanesi Birleşik Krallık için, diğeri de deniz aşırı (overseas). Bizim Türkiye'den overseas kuraya katılmamız gerekiyor. 2017 turnuvası için konuşursak kura başvurusu 2016 Kasım ayı civarıydı. Buna göre takviminize not etmenizde fayda var tarihleri. Kuraya başvuru tamamen ücretsiz ve kazanmanız durumunda 2 kişilik bilet satın alma şansınız oluyor. Kuranın sonuçlanmasından sonra eğer kazandıysanız sizinle iletişime geçiliyor. Sonrasında ise hangi tarihe hangi korta bilet almak istiyorsanız ona göre ücretini ödeyerek biletinizi satın alıyorsunuz. Eğer kusa size çıkmadıysa hiç bir mesaj gelmiyor :) Nadir de olsa kurayı kazanan insanlar hakkını kullanmaktan vazgeçiyor. Bu tarz durumlarda birden çok kura çekimi yapılabiliyor. Yani asıl kursa sonuçlandıktan sonra da sizinle iletişime geçilebilir fakat yine de çok ümit bağlamayın derim. Eğer bu yöntemle biletiniz aldıysanız maç günü rahat rahat gelip, içeri girip, yerinize oturup maçı izleyebilirsiniz. En temiz yöntem bu. Gelelim diğer pis olanlarına...

Yöntem 2: Hospitality ve Debenture Biletleri

All England Lawn Tennis Club üyesiyseniz ya da çok paranız varsa bu biletlere yönelebilirsiniz. Yine resmi Internet sitesinden ve Wimbledon Debenture sayfasından daha fazla detaya ve biletlere ulaşabilirsiniz fakat bir bilet için 1500-2000 Pound gibi rakamları gözden çıkarmanız gerekiyor bunu unutmayın. Yani bu da çok olası bir yöntem değil aslında.

Yöntem 3: Ticketmaster

Her maç günü, Merkez Kort ve 3. Kort için belirli sayıda bilet saat 09:00'da (değişebilir) www.ticketmaster.co.uk adresinden satışa sunulmaktadır. Taktir edersiniz ki bu kadar talep olan bir organizasyonun günlük satışa sunulan biletleri de saniyeler içerisinde tükeniyor. Dolayısıyla çok uzun yollardan gelip kesinlikle maça girmek istiyorsanız bu yönteme bel bağlamamanızı öneririm. Eğer şansımı denerim diyorsanız siz bilirsiniz tabi ki. Ticketmaster tamamen şans işi. Sistem, biletler satışa sunulduğunda tamamen kitleniyor fakat ben saat 10:00 gibi bilet alanlara da denk geldim. Buradan da %100 ihtimalle bilet temin edemeyeceğimizi düşünürsek bu da bizi en son yönteme ve bu yazının ana konusuna yönlendiriyor...

Yöntem 4: Kuyruk (The Queue)


Evet, eğer gerçek bir tenis severseniz, "Ben bu maçı, bu tenisçiyi kesinlikle izleyeceğim" diyorsanız sizi buraya alalım. Meşhur Wimbledon kuyruğu. Her maç günü, Merkez Kort, 1., 2. ve 3. kortlar için gişelerden bilet satışı gerçekleşir. Her bir kort için 500'er, toplamda 2000 adet bilet satışı olur. Bu 4 kort, Show Courts olarak geçer ve iyi tenisçilerin maçları genelde Merkez ve 1. kort olmak üzere bu 4 kortta oynanır. Eğer bilet kuyruğundaki ilk 2000 kişi arasında girebilirseniz 4 korttan birisine, ilk 500 kişi arasına girebilirseniz istediğiniz korta giriş hakkı elde edersiniz. Bu şekilde bileti kesin elde edeceğinizi düşünürseniz, tahmin edersiniz ki bu kuyruk öyle maç saatinden 1-2 saat önce başlamıyor. En az 1 gün öncesinden kuyruğa girmeniz gerekebilir (bazen 2-3 gün). Bu nedenle The Queue'da kamp yapmayı göze almanız gerekiyor.

Kuyruk (The Queue)

Bu kuyruk da aslında Wimbledon'la özdeşleşmiş ve tenis aşıkları için çileden ziyade keyif haline gelmiş bir olay. İlk 3 tur maçlarının olduğu günler için, bir önceki gün akşam 6-7 gibi kuyruğa girmeniz durumunda çok çok büyük ihtimalle ilk 500'de olacak ve istediğiniz korta bilet alabileceksiniz. Bunun için de bir gecenizi orada geçirmeniz gerekecek. Maçların oynandığı kortların bulunduğu bölge, normal zamanda Golf için kullanılan devasa bir alan aslında. Kuyruğa girmek için oraya gittiğinizde hiç kimseye soru bile sormadan görevliler sizi kuyruğun en sonuna götürüyorlar. Orada size bir kuyruk numarası verilecek. İşte her şey o elinizdeki numara olacak. Eğer < 500 ise geceniz mutlu geçecek:) Orada her şey tıkır tıkır işliyor. Kuyruğa girdiğinizde uymanız gereken kuralları içeren bir broşür alacaksınız görevlilerden. Bunu iyi okumanızı tavsiye ederim, önemli bilgiler var. 1 günlük kamp için maksimum 2 kişilik bir çadır (Daha büyüğüne izin verilmiyor), sizi 1 gün götürecek yiyecek içecek, gece hafa soğuk olacağı için uyku tulumu, powerbank ve 1 ya da 1 kaç kitap bence zorunlu olarak götürülmeli. Bu sizin hayatta kalış paketiniz olacak :) Ekstrası size kalmış tabi. Orada, çimlerin üzerine çadırınızı kuracak ve kamp yapmaya başlayacaksınız. Etrafta bir çok tenis sever olacak. Muhabbet edip, yeni arkadaşlıklar kurabilirsiniz. Dikkat etmeniz gereken bir kaç nokta var burada. Birincisi hava durumu. Londra'da hava çok dengesiz olabiliyor. O nedenle akşam sağanak yağmura yakalanıp her yerinizin çamura bulanma ihtimali var bunu unutmayın. Ayrıca yine hava çok dengesiz olduğu için güneş sizi çok kötü yakabilir o yüzden güneş kremi götürmeyi unutmayın. İkincisi ise kuyruk kuralları. Bu kurallar çok katıdır ve sizi kuyruktan atmaya kadar gidebilir. Başkasının yerine kuyruğa giremez, queue jumping yapamazsınız. Kuyruktaki yerinizden, ihtiyaç molaları için en fazla yarım saat uzak kalabilirsiniz. Bunlara dikkat etmeniz gerekiyor.

Geceyi sorunsuzca geçirdikten sonra sabah 06:00 - 06:30 civarında görevliler sizi uyandıracak. Herkesle birlikte çadırınızı toplamaya başlayacaksınız. Sonrasında 10:30'dan açılacak olan giriş kapısına doğru ilerleyip bir kuyruğa da orada gireceksiniz. Burada muhtemelen "Ee, elimizdeki eşyalar, çadır vs. ne olacak?" şeklinde sorular gelecek aklınıza. Girişte, eşyalarınızı bırakabileceğiniz lockerlar olacak o nedenle endişelenmeyin. Fakat içeri sokamayacağınız bazı yasak eşyalar olacak (selfie çubuğu vs.). Bu bilgilere, size dağıtılan kitapçıktan ulaşabilirsiniz. Eşyalarınızı lockera bıraktıktan sonra dolambaçlı ve sponsorların sürekli birşeyler dağıttığı bir yoldan yürüyecek ve turnikelere geleceksiniz. ÇOK ÇOK ÖNEMLİ. Başta söylemeyi unuttum. Turnikelerden bilet alırken sadece nakit kullanabiliyorsunuz o nedenle çok dikkatli olun. O kadar bekledikten sonra ağlayarak geri dönebilirsiniz. Turnikelerden sıra numaranıza göre istediğiniz kortu seçtikten sonra artık içeridesiniz. Keyfini çıkarın. Almış olduğunuz bilet, o korttaki 11:30'da başlayıp akşama kadar devam eden bütün maçlara giriş imkanı sağlayacak size.

Yöntem 5 : Ticket Resale

Eğer kuyruğa girecek gücünüz yoksa ya da ucundan istediğiniz korta giriş imkanını kaçırdıysanız üzülmeyin, bir imkanınız daha var. Herhangi bir yöntemle bilet alıp maçı izleyen seyirciler, herhangi bir sebepten ötürü alandan erken ayrılabiliyorlar. Bu durumda alanın çıkışındaki görevliler, onlardan biletlerini iade etmelerini rica ediyorlar. Bunu kabul eden kişilerden biletleri geri alınıyor ve gün içerisinde belli saatlerde Ticket Resale Kiosk'lardan bu biletler yeniden satışa çıkıyor. Hem de 5-10 Pound gibi komik rakamlara. Bu satışlardan elde edilen gelir hayır işleri için kullanılıyor. Bu yöntemle, Merkez kortta bir Federer maçını, hemen Federer'in benchinin yan tarafından 5 Pound'a izleme imkanı bulabilirsiniz çünkü iade edilen biletlerin yeri tamamen şansa kalmış durumda. Çok iyi bir yerden de bilet denk gelebilir. Bu noktada şunu söylemeliyim, turnuvanın ilk günlerinde bu imkan daha fazla çünkü kortlardan çok fazla maç olduğu için insanların kortları erken terk etme ihtimali daha yüksek. Turnuvanın son günlerinde zaten kortlarda az maç olduğu için bilet alan zaten tek maçı izlemeye geliyor o nedenle iade imkanı zor haberiniz olsun.


Ground Pass

Eğer "show kortlar çok da önemli değil, ben tenis izlemek istiyorum, atmosferi görmek istiyorum" derseniz her gün 7000 civarı Ground Pass, yine turnikelerden satılıyor. İlk günlerde 20 Pound civarı olan bu biletler sonlara doğru 8 Pound'a kadar düşüyor. Bunun da sebebi şu: Bu biletle içeri girdiğinizde, yer kapmanız durumunda 4-17 arası tüm kortlara gidip istediğiniz maçı izleyebilirsiniz. Çok çok iyi maçlara denk gelme ihtimaliniz var ve tenise kesinlikle doyacaksınız bu şekilde emin olun. Ayrıca gün içinde Ticket Resale Kiosk'u deneyip yukarıda bahsettiğim yöntem ile show kortlara bilet elde etme şansınız da var. Meşhur Henman Hill'e gidip, dev ekran karşısında çimlere oturup ekranda Federer, Murray, Djokovic, Nadal, artık her kimse, maçını izleyebilirsiniz.



Önemli Notlar

  • Tüm bu süreç için kesinlikle Twitter'dan ViewFromTheQ hesabını takip edin. Kuyruğa gelen insanlar bu hesaptan belli saatlerde kuyruk numaralarını paylaşıyorlar ve bu sayede saat kaçta kuyrukta kaç kişi olduğunu öğrenebiliyorsunuz. Ayrıca kafanıza takılan soruları da sorabilirsiniz.
  • 2017 yılını komple takip ettiğim için şu bilgileri fikir vermesi açısından paylaşabilirim:
    • Turnuvanın ilk günü çok yoğun oluyor. Bir önceki yılın şampiyonu, açılış maçını merkez kortta yapıyor. Bu yüzden ilk gün kuyruğu 2-3 gün önceden başlayabilir.
    • 1., 2., 3. ve 4. tur maçları için genelde bir önceki gün akşam en geç 19:00 - 20:00 gibi kuyruğa girmeniz durumunda ilk 500 içine girebilirsiniz.
    • Eğer kuyruktaki kişi sayısı 6500'ü geçtiyse, Ground Pass bile alamazsınız. İçerideki insanların çıkmasını beklemeniz gerekiyor.
    • Bir Wimbledon geleneği olarak turnuvanın ilk Pazar günü maç oynanmıyor.
    • Bu günün hemen ertesindeki Pazartesi gününe ise Manic Monday deniliyor. Turnuvanın en çekişlemli maçları bu gün oynanıyor. Tek erkekler 4. tur maçları da bugün başladığı için bu günün kuyruğu için en az 2 gün önceden gelmeniz lazım.
    • Bundan sonraki Tek erkekler çeyrek final maçlarının olduğu gün, kapıda kortlar için bilet satılan son gün. Dolayısıyla kuyruğun en yoğun günü olacak. 2-3 gün önceden gelmeniz gerekebilir.
    • Ground Pass alabilmek için kuyruğa, aynı gün sabah 06:00 gibi girmeniz muhtemelen sizi kurtaracaktır. Geceyi orada geçirmeniz gerek yok.
  • Turnuvanın düzenleneceği alana metro ile gelebilirsiniz. District Line'ı kullanmanız gerekecek. Burada size tavsiyem Wimbledon istasyonu yerine Southfields istasyonunu kullanmanız. Böylece aynı mesafeyi yürüyüp büyük bir yokuş çıkmaktan da kurtulmuş olacaksınız. District Line, sabah 05:30 civarı çalışmaya başlıyordu dolayısıyla ilk metro seferine büyük bir hücum olacak buna hazırlıklı olun.
  • Hangi tenisçinin hangi kortta oynayacağı bir gün önceden saat 18:00, 19:00 civarında, Order of Play sayfasında yayınlanır. Wimbledon'un resmi Twitter hesabını da takip etmenizi tavsiye ederim. 
  • Ucuza çadır bulmak için Argos mağazalarına bakabilirsiniz.
  • Her yerde, forumlarda falan SW19 kodunu göreceksiniz. Bu sizi şaşırtmasın. Turnuvanın oynanacağı bölgenin posta kodu bu şekilde ve artık bir önemli bir simge haline gelmiş.


Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Umarım merak edenler için güzel bir rehber olmuştur. Ben eksikliğini çektim baya. Bu arada 2017 yılındaki benim durumumu merak edenler için; Bana kuradan bilet çıkmadı. Turnuvanın son gününe, Federer-Cilic finalinden bir gün önce Londra'ya geldiğim için fazla seçeneğim de yoktu zaten. Ground Pass alabilmek için sabah erkenden metroyla turnuva alanına geldim. Sabah 07:40 civarında kuyruktaydım ve 1321. sıradaydım. Bu da Ground Pass almama fazlasıyla yetti. İçeriyi, boş kortları gezip hediyeliklerimi aldım. Sonrasında kremalı çileğimi alıp Henmal Hill'de Federer'in şampiyonluğunu dev ekrandan izmele şansına eriştim. 2018 için kortta maç izlemeyi deneyeceğim tekrardan bakalım.



( wimbledon, tenis, turnuva, londra, federer, djokovic, murray, nadal, sw19, grand slam, çim )

1 Aralık 2015 Salı

Orlando

ABD'nin doğu yakasındaki en önemli lokasyonlardan birisi de Orlando tabi ki. Miami seyahati yapan hemen hemen herkesin bir şekilde uğrayacağı bir lokasyon Orlando. Miami'den arabayla, geniş geniş otoyollarda 3,5 saatlik bir yolculuk sonrası ulaşabilirsiniz Orlando'ya. New York'dan gitmek isterseniz ise 2,5 saatlik bir uçak yolculuğu gerekiyor ulaşmak için. Şimdi biraz bahsedelim şehirden.

Orlando, Florida'nın en gözde ikinci şehri. Yine doğu kıyısında bulunuyor. Şehrin merkezi, Miami gibi okyanus kıyısında değil fakat 45 dakikada arabayla okyanus kıyısına ulaşabiliyorsunuz. Şehrin kendisi, zaten haritalardan da görüleceği üzere ufak ufak yüzlerce gölle kaplı. Yağmur sonrası su birikintisi gibi gözüküyor bu ufak göletler fakat yer altından besleniyorlar. Bizdeki süs havuzlarının doğal versiyonları gibi düşünebilirsiniz, çok enteresan. İklim olarak ise Miami'ye benziyor Orlando. Fakat iki şehri kıyaslamam gerekirse Orlando'daki yağmurlar çok daha şiddetli ve ani oluyor. Miami'deki gibi Kasım-Mayıs arası kuru ve gezilmesi gereken mevsim oluyor Orlando için. Bizim gibi Ağustos'da giderseniz ise her an yağmura hazırlıklı olun. Cebinizde mutlaka bir cep yağmurluğu bulunsun. Hava sıcaklığı ise yine 32-33 derecelerde sabit sürekli.

Orlando şehrinin asıl konsepti tabi ki tema parklar. Buralara gitmek için ise aracınızın olması şart. Şehir otobanlar şehri ve arabasız burada da işiniz zor. Bu şehir dünyanın en önemli ve bilindik iki tema parkı olan Disney World ve Universal Studios'u barındırıyor. Bunların dışında ekstra fazla bir şeyi yok aslında. Şimdi Orlando'da yapılabileceklerden bahsedeyim biraz.


Universal Studios


Meşhur Universal Stüdyolarının iki adet tema parkı var ABD'de. Bir tanesi Los Angeles'da bulunan Hollywood tema parkı ve bir diğeri de Orlando'da bulunan Universal Studios. Orlando'daki tema park Universal Studios Florida ve Islands of Adventure şeklinde iki parktan oluşuyor. Bilet alırken iki park için tek tek ya da birlikte bilet alabiliyorsunuz. Tabi ki birlikte bilet almak daha karlı oluyor. Buraya gidecek arkadaşlara çok önemli bir uyarıda bulunayım. Gideceğiniz parklarda zamanınızın çok büyük bir kısmı kuyruk beklemekle geçecek. Bu süreyi minimuma indirmek için kesinlikle ama kesinlikle Express Pass almak gerekiyor. Bu kart sayesinde aktivitelere öncelikli olarak girebiliyorsunuz. Yine gittiğiniz gibi giremiyorsunuz ama yarım saat beklemek yerine 2 dakika falan bekliyorsunuz. Bu kartın fiyatları sizi tereddüte düşürebilir çünkü neredeyse bilet parası kadar para vermeniz gerekecek fakat vermek zorundasınız, yoksa gününüz tamamen boşa gider. Ayrıca bir hatırlatma daha, Express Pass belirli günler için rezerve ediliyor ve fiyatları da günlere göre değişiyor. Yani istediğiniz tarihte alamama durumunuz da var. Bu nedenle önceden almanızda fayda var. Özetle çok para vermeniz lazım onu söyleyeyim ve Orlando'ya gidiyorsanız bundan kaçışınız yok :)

Hulk sonrası zafer :)

Gelelim burada neler olduğuna. İki park arasında CityWalk adında meşhur bir kapalı yol var. Burada bir dolu hediyelik eşya satan yer, restoran vs. bulabilirsiniz. Dünya'nın en büyük Hard Rock Cafe'si de yine burada bulunuyor. İki parkı birbirine bağlayan bu yolda parklar arası yürüyüş yaklaşık 15 dakika falan sürüyor. Biz yoğunluğumuzdan ötürü iki parkı tek günde gezmeye karar verdik. Express Pass aldıktan sonra iki parkı da, biraz tempolu bir şekilde tek günde gezebildik ve hemen hemen girmek istediğimiz her aktiviteye girebildik. Sadece çok beğendiklerimize ikinci kez girme şansımız olmadı ve bir kaç ufak ve diğerlerine göre önemsiz aktiviteyi kaçırdık. Eğer bol vaktiniz varsa iki park için iki gün çok iyi olur. Eğer tek gününüz varsa ve benim gibi gezebilir miyiz diye çok tereddütte kaldıysanız tek gün de zorlama bir şekilde yetiyor (Tabi yanınızda sizi yavaşlatacak çocuk falan yoksa :)



Parklar Hollywood temalı eğlenceli aktivitelerden oluşuyor. Buranın en meşhur iki aktivitesi, iki parkta da birer adet bulunan Harry Potter aktiviteleri. Bunları gerçekten atlamamanız lazım, hatta ilk olarak bunlara gidin. Devasa bir üç boyutlu ekran içerisinde Harry Potter dünyasına giriyorsunuz ve adeta filmi yaşıyorsunuz. Kelimeler gerçekten çok yetersiz kalıyor anlatmakta. Universal Studios'un en aklımda kalan aktivitesi burası oldu diyebilirim. İki park arası geçiş için City Walk dışında Harry Potter aktivitelerini de kullanabilirsiniz. Hogwarts Express'e binerek bir parktan diğerine geçebilirsiniz. Biz, zaman kalmadığı için binemedik ama çok önerdiler bu aktiviteyi. Unutmadan, Harry Potter aktivitelerinde Express Pass yok :) Islands of Adventure'da bulunan The Incredible Hulk ise, buranın bir başka olmazsa olmaz aktivitesi. Dünyanın en hızlı roller coaster'larından birisi Hulk. Aşağıdan baktığınızda oldukça korkutucu gözüküyor ve tren raylarda giderken adeta bir uçak geçiyormuş gibi bir ses duyuyorsunuz ve açıkçası bu tarz roller coaster'lardan korkanlar binmesin ama biz çok keyif aldık ve bir daha binemediğimize üzüldük öyle söyleyeyim :) Her ride'dan tek tek bahsetmeyeceğim ama bunlara kesin gidin. Rip Ride Rock'a da binin :) Unutmadan söyleyeyim, yanınızda yedek t-shirt ve şort götürün çünkü sulu aktiviteler de var ve çok çok ıslanabilirsiniz. Özetle, eğer roller coaster ve daha yetişkinlere yönelik biraz da korkutucu aktiviteler arıyorsanız, ilk tercihiniz Universal Studios olsun. Sıra beklediğim bir aktivite sonrasında kötü diye üzüldüğüm çok az olmuştur.


Disney World


Orlando Disney World, aklınız hayaliniz almayacak ölçüde büyük bir alana kurulmuş tema parklardan oluşan bir bütün aslında. Bahsettiğim parklar öyle birbiriyle yan yana falan değil, Universal'dan oldukça farklı yani. Aklınızda hepsini bir güne sıkıştırırım gibi bir düşünceniz varsa silin hemen onu :) Parklar arasında ulaşım için seçenekler, shuttle, tekne, raylı sistem ya da şahsi araba şeklinde. Otoyollardan falan geçmek gerekiyor ve bu bölgedeki otoyollar tabelaları bile Disney karakterlerini içeriyor. Gelelim bu parklarda neler olduğuna...

Magic Kingdom 

Disney World'un en bilindik parkı. Meşhur Cindrella'nın kalesi burada bulunuyor. Özellikle çocuklar için harika bir mekan burası. Tabi içinizde çılgın bir Mickey, Goofy sevgisi falan varsa sizin için de çıldırmalık bir mekan olacaktır. Bu park, gece 12'ye kadar açık. Biri sabah biri akşam olmak üzere günde iki kez karakterlerin geçit töreni var (Disney Parade). İkisini de görme imkanımız oldu ama akşam olan çok daha hoşuma gitti. Işıklar içerisinde falan çok daha güzel ve masalsı gözüküyordu. Buranın en meşhur olayı ise tabi ki

Cindrella'nın kalesinin önündeki büyük meydanda her gece yapılan havai fişek gösterisi. Parka giriş için sizden aldıkları paranın büyük bir kısmını burada havai fişeklerle size iade ediyorlar :) Tabi bir de kalenin çeşitli show ve müzikler eşliğinde ışıklandırılması var ki hakikaten şahane. Park kendi içinde de 6-7 tane bölgeye ayrılmış. Her birisinde farklı konseptlerde oyuncaklar, atraksiyonlar, yeme içme yerleri var. Yeme içme demişken buradaki en meşhur restoran tabi ki Cindrella Kalesi içerisindeki restoran. Adeta bir masalı yaşıyormuş gibi oluyormuşsunuz ama burası hem en pahalı restoran hem de rezervasyonları 6 ay sonrasına falan veriyorlar haberiniz olsun. Tek tek her aktiviteden bahsetmeyeceğim ama buranın en görülmesi gerekenleri Peter Pan's Flight, Seven Dwarf's Mine Train ve Space Mountain. Unutmayın ki rezervasyonlu gitmezseniz bu aktiviteler için ortalama 1-1,5 saat sıra beklemeniz gerekebilir. Zaten Magic Kingdom en kalabalık park olduğu için en fazla burada sıra bekliyorsunuz ne yazık ki.

Epcot

Parkları tanıtırken meşhurluk sırasına göre gidiyorum ve Epcot ikinci sırada geliyor. Bu parkın konsepti ise teknoloji ve uzay. Bu konulara ilgiliyseniz ikinci tercihiniz burası olsun. Yine Magic Kingdom'daki bölgelere ayrılma, yeme içme konseptleri burada da var. Parkın hemen girişinde, ortada devasa bir küre var Epcot'un simgesi olan. Bunun içindeki aktiviteye katılın derim. İletişim dünyasının geçmişini size interaktif bir şekilde bir raylı sistem üzerinde anlatıyorlar. O kocaman kürenin içini tamamen dolaştırıyorlar size. Benim gittiğim aktiviteler arasında en hoşuma gidenlerden birisi ise Mission Space. Burada 2 adet uzay mekiği fırlatma simülasyonu var birisi kolay birisi zor olmaz üzere. Biz zor olanına bindik. 4 kişi biniliyor ve herkesin bir görevi oluyor ve sizi ekip olarak uzaya fırlatıyorlar. Gerçekten büyük bir G kuvveti ile sizi koltuğunuza yapıştıran değişik bir deneyim. Mide ve kulak sorunu olanları biraz zorlayabilir haberiniz olsun. Buranın diğer meşhur aktiviteleri ise Soarin ve Test Track. Buralar için de beklemeyi göze almanız gitmeden.

Animal Kingdom

  

Eğer hayvanlar, özellikle vahşi hayvanlara özel bir ilgi duyuyorsanız burası tam size göre. Gezdiğim 3 tema park içerisinde en hoşuma giden burasıydı diyebilirim. Buranın konsepti tamamen hayvanlar üzerine. Adeta bir belgesel içinde gibisiniz. Park yine bölgelere ayrılmış. Bu bölgeler kıtaların isimleri verilmiş. Asya, Afrika gibi bölgeler var. Bu bölgelerdeki yapılar, bitki örtüsü, hayvanlar, hepsi ilgili kıtayı yansıtıyor. Bir tarafta Afrika ezgileriyle dans ederken diğer tarafta tapınaklar içinde Bengal kaplanlarını gözlemleyebiliyorsunuz. Tabi ki burada da binilebilecek roller coasterlar ve çeşitli aktiviteler var. Buranın meşhur ve sıra bekletenleri ise Expedition Everest, Kali River ve Kilimanjaro Safari. Bunlardan sadece Everest'e gidemedim. Roller coaster sevenler kesin binmeli ama. Son bir not; Kilimanjaro Safari'ye gitmeden dönmeyin buradan. Gerçek safari araçlarının içinde Afrika safarisine çıkıyorsunuz. Bir dolu vahşi hayvanın arasından, tel örgü vs olmadan geçiyorsunuz. Gerçekten çok güzeldi.

Hollywood Studios

Disney parkları arasında bir tek buna gidemedim zaman yetmediğinden ötürü.

Disney World'e Gitmeden Önce Bilinmesi Gerekenler

Benim gibi kısıtlı vakti olanlara önemli bir kaç detay da vermek isterim. Disney'de, Universal'daki gibi bir öncelikli giriş yok. Bir kaç gün önceden, parklar içerisindeki kiosklardan ya da cep telefonu uygulamasından aktivitelere ücretsiz rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Tabi ki çok sevilen aktiviteler hemen doluyor. Her gün için 3 aktivite hakkınız var ve siz bir tanesini seçince sistem otomatik olarak diğer ikisini de ekliyor yanında. Yani biraz şansa kalmış. İstediğiniz aktiviteye istediğiniz zamanda gitmek kolay değil. Çok istediğiniz bir aktiviteye yer bulup günün geri kalanını ona göre şekillendirin derim.

Disney World, aşırı kalabalık. Aşırı kalabalık kavramı size ne ifade ediyorsa onu 3le çarpın, o kadar kalabalık. Biz bahsettiğim 3 parkı 2 günde gezdik fakat hem çok yorulduk, hem de yapamadığımız aktiviteler oldu. Yine de çok çok zorlayarak, hemen açılış saatinde parklara girip, kapanış saatine kadar içerde kalarak falan bu üç parkı 2 günde gezebilirsiniz. İdeal bir plan olarak benim tavsiyem ise Disney World'e 4 gün ayırmanız. Her park için 1 gün en ideali olur. Bunu yaparken de farklı bilet seçeneklerini değerlendirin tabi ki. 3-4 günlük biletler, tek günlük ve tek parklık biletlerden daha uyguna geliyor çoğu zaman. Ayrıca unutmayın ki burası gerçekten her anlamda pahalı bir yer. O yüzden bütçenizi önceden ayırın ve ona göre gidin.

Bir diğer önemli husus ise gitmeden Disney World'un akıllı telefon uygulamasını indirin kesinlikle. Hem aktivitelere rezervasyonlarınızı buradan yapabiliyorsunuz, hem de her bir aktivitenin anlık bekleme süresini görebiliyorsunuz. Böylece boş olan aktiviteye hemen gidebilirsiniz. Ayrıca uygulama içindeki harita sizin anlık olarak yerinizi de gösteriyor. Böylece devasa parklar içerisinde kaybolmadan istediğiniz aktiviteyi bulabiliyorsunuz. Son bir not: Universal'daki ıslanmak ile ilgili uyarılarım burada da geçerli. Yanınızda yedek kıyafet götürün :)

Yağmur konusunda çok ciddiyim evet :)
Son Notlar

Orlando'da oteller, genelde ailelere hitap ettiği için apart şeklinde ve diğer şehirlere göre oldukça ucuz olduğunu göreceksiniz. Bu konuda hiç bir sıkıntı yaşamazsınız. Fakat biraz daha fazla para verip Disney World'de bulunan otellerde kalırsanız, tema parklara 1 saat erken giriş, bedava tema park biletleri gibi avantajlardan faydalanabilirsiniz ki Orlando'yu gezmiş birisi olarak bir daha gelirsem kesinlikle böyle bir konaklamayı tercih ederim. Bu oteller, yine zamanında Disney World'un kendisinin yaptığı göletler arasında bulunuyor ve bazı tema parklara direkt olarak otelinizden vapur ya da raylı sistem ile gidebiliyorsunuz. Yeme içme işine gelirsek, genel olarak zaten gün içerisinde tema parklarda halledebiliyorsunuz fakat akşam uygun fiyatlı güzel bir şeyler yemek isterseniz Applebee's'i tavsiye ederim kesinlikle. Şehirde bir kaç tane var. Bir tanesi, Orlando'nun en bilindik lokasyonlarından olan International Drive üzerinde zaten.

Outlet haritamız
Ve Orlando'nun en bilindik yanını özellikle en sona bıraktım; evet alışveriş :) Orlando, Amerika Birleşik Devletleri'nin belki de en meşhur alışveriş ve outlet merkezi olarak da biliniyor. Burada insanlar çılgınlar gibi alışveriş yapıyorlar. Bir tanesi I-Drive'ın başında, diğeri de sonunda olmak üzere 2 adet büyük outlet var ve buralarda hemen hemen bulamayacağınız marka yok diyebilirim. Fakat buraya gelen insan sayısı arttıkça zamanla outletlerde bile fiyatlar artmış diyebilirim. Türkiye'de çok pahalı olan markaların ürünlerini gerçekten iyi fiyatlar alabilirsiniz fakat "Öyle çok marka takıntım yok, ben 3-5 t-shirt falan alayım" derseniz düşündüğünüz gibi gitmeyebilir alışveriş işi. Uygun fiyata kaliteli ürünler almak isterseniz, Tj-maxx ve Ross'u tavsiye ederim kesinlikle. Belki outletlerdeki gibi markalar ayrı mağazalar halinde değil ve ürün çeşitliliği az fakat dikkatlice bakarsanız çok uygun fiyatlara markalı ürünler bulabilirsiniz. Özellikle bayanlar çanta almak istiyorlarsa bu iki mağaza dışında hiç bir yere gitmelerine gerek yok.

Orlando'ya alışveriş için minimum 1 tam gün ayırmanız lazım ki iştah ve bütçe durumunuza 1 gün yetmeyebilir bunu da unutmayın. Tema parkları da işin içine katarsak dolu dolu bir Orlando gezisi için en az 1 hafta ayırmanızı şiddetle tavsiye ediyorum.


( Orlando, Amerika Birleşik Devletleri, Tatil, Eğlence, Tema Park, Universal, Stüdyo, Disney World, Epcot, Magic Kingdom, Outlet, Alışveriş, Yağmur )

16 Eylül 2015 Çarşamba

Miami

Miami, ABD denince ilk akla gelen yerlerden. Canlı gece hayatı, bembeyaz kumlarla kaplı plajları, köpekbalığı efsaneleri altında gittiğimiz Miami'den bahsedeyim gitmeyi düşünenler için...

Nasıl Gidilir?

Miami, ABD'nin en güneyinde kalan şehirlerden birisi. Florida eyaletinin turizm cenneti de denilebilir. 2015 yılında Türk Hava Yolları'nın direkt uçuşlarını başlattığı Miami'ye San Francisco civarlarından 7-8 saatte, New York'tan ise 3,5 saatte ulaşmak mümkün. Şehirde iki adet havalimanı var. İkisi de merkeze yakın sayılır ve aktif olarak kullanılıyorlar (Miami International ve Ft. Lauderdale).

Havası Suyu

Ekvator'a oldukça yakın bir lokasyonda olduğu için daima sıcak diyebiliriz Miami için. Mevsimleri bizdeki gibi 4 mevsim şeklinde değil, sıcak ve kuru mevsim olarak 2 tane. Hava sıcaklığı sürekli 32-33 derecelerde seyrediyor burada. Miami'de vakit geçirmek için en uygun zamanlar Kasım-Mayıs aralığı, yani kuru mevsim. Diğer aylar daha çok yağışlı geçiyor ve Ağustos-Kasım arası ise "Kasırga Mevsimi" olarak geçiyor ki biz bu tarihlerde oradaydık evet :) Biraz şansa kalmış aslında kasırga olayı. Oradayken sıkıntı yaşamadık ama her akşamüstü yoğun bir yağmur vardı şehirde.


Gezilecek Yerler

South Beach
Miami denince akla ilk gelen, Will Smith'in meşhur klibinde gezdiği ve bahsettiği, bembeyaz kumlara sahip ve alabildiğine uzanan plaj burası. Miami'nin güney doğu kısmında kalıyor lokasyon olarak ve kuzeye doğru devam ediyor. Miami'ye kadar gelmişken okyanusa girmeden dönmek olmaz tabi ki ve bunun için belki de en tercih edilmesi gereken lokasyon burası. ABD'nin batı kıyılarında gidenlerin bildiği üzere o tarafta okyanus suyu çok çok soğuk ve kıyafetsiz girmek imkansız gibi bir şey. South Beach'de ise tam tersi. Suyun içinde sıcaktan terleyebilirisiniz o derece :) Akşama dışarı çıkarken giyeceğiniz kıyafetleri de yanınızda getirip akşamüstü buraya uğrarsanız, sonrasında hemen yan tarafında bulunan Ocean Drive'da gecelere akabilirsiniz bu arada:)

Ocean Drive
South Beach'le yan yana bulunan, Miami'nin en meşhur caddesi burası. Her akşam oldukça kalabalık olan, şıkır şıkır giyinmiş insanların, lüks arabaların piyasa yaptığı, en canlı ve hareketli mekanların bulunduğu yer. Scarface fanatiklerinin de filmden hatırlayacağı rengarenk ışıklarla donatılmış cadde üzerindeki palmiye silüetleri buraya harika bir hava katıyor. Hareket arıyorsanız akşam başka bir lokasyon aramayın derim.



Lincoln Road
Ocean Drive'ı şehrin güney kısımda dikine kesen bu trafiğe kapalı yol, Ocean Drive'dan sonraki en meşhur Miami lokasyonlarından. 80'li yıllarda ünlülerin uğrak mekanıymış buralar. Cafeler ve restoranlar var burada, akşam yemek için gidebileceğiniz bir lokasyon.

Little Havana

Miami içerisindeki küçük Küba.  Miami şehir merkezinin hemen doğusunda kalan bu bölge, Küba'nın küçük bir versiyonu denilebilir. Merkezdeki büyük gökdelenler ve rezidanslar, burada salaş, tek katlı, bakımsız fakat sevimli evlere dönüyor. Tabi ki insan profili de aynı şekilde değişiyor. Küçük bir Küba deneyimi yaşamak için buraya kesinlikle uğrayın derim. Oraya kadar gitmişken de her yerde bulunan sigara dükkanlarındaki yüzlerce çeşit purolardan alabilirsiniz.

Hemen hemen her yerde bulunan margaritacılardan margarita içebilirsiniz. Bu bölgedeki en meşhur ve hareketli lokasyon ise SW 8th Street. Bu cadde üzerinde, restoranlar, barlar, cafeler var. İlk olarak gezmeye buradan başlayabilirsiniz.




Everglades Ulusal Parkı
Miami'ye gidip buraya uğramadan dönmeyin, net! Everglades ulusal parkı, şehrin merkezinden arabayla 40 dakika mesafede bulunuyor. Burası ABD'nin yüzölçümü olarak en büyük üçüncü, tropikal park olarak ise en büyük ulusal parkıdır. Buranın konseptinden bahsedecek olursak: Timsah :) Evet burada bol bol timsah var. Parka giderken şehrin merkezine yakın su kanallarının içinde bile timsahlar,  kenarlarında kocaman iguanalar başıboş geziyor. İnsana çok garip geliyor açıkçası. Bizdeki kedi köpeklerin gezdiği gibi tropik hayvanlar geziyor merkezde :)

Park hem tatlı hem de tuzlu suya sahip olduğu için Alligator ve Crocodile diye adlandırılan iki tür timsahın bir arada yaşayabildiği dünyadaki tek yermiş. Parkın hemen girişinde, bir çok airboat tur lokasyonu var. Airboat denilen şey, kanalların içinde sizi timsahlarla dolu suyun üzerinde gezdiren, arkasında kocaman bir fana sahip su taşıtı diyebiliriz. Oldukça keyifli oluyor, buna kesinlikle binin. Timsahlara bir karış mesafedeki sularda gidiyorsunuz. Sularda genelde küçük timsahlar oluyor. İlk başta biraz korkabilirsiniz fakat alıştıktan sonra ayağa kalkıp çalı çırpı içerisinde timsah aramaya başlayacaksınız, bulunca çılgınca seveceksiniz falan. Tur sonrası timsahlarla şov yapan amcalar falan oluyor onları izleyebilir, bebek timsahları elinize alıp resim çektirebilirsiniz :)



Key West
Miami'nin ve ABD'nin en güney noktası burası. Miami merkezden arabayla minimum 3 saatlik bir yol gitmeniz gerekiyor. Key West'in bu kadar meşhur olmasının sebebi ise tabi ki gidilen yol. Okyanus üzerindeki küçük adacıkları birleştiren bir otoyol üzerinden gidiyorsunuz Key West'e. Sadece köprülerin olduğu okyanus üstü bir yoldan bahsediyorum. Bazı yerlerde o kadar daralıyor ki yolu aydınlatan lambaları bile suyun içine koymaları gerekmiş. Aklınızda olsun bu yol, kötü hava şartlarında ölümcül olabiliyor. Ama hava güzelse manzara da şahane tabi ki. Yol üzerinde durabileceğiniz ufak plajlar var ve burada denizin rengi aynı Maldivler'deki gibi. Biz yapmadık fakat içimizde kaldı, kesinlikle buralarda durup okyanusa girin. Key West'in merkezi ise fazlasıyla Küba esintisi taşıyor. Zaten burası Küba'ya 80 mil mesafede. ABD'nin Küba'ya olan ambargoyu yavaş yavaş kaldırması sonrasında yakında Havana feribot seferleri de başlayabilir. Burada, bizim çok beğenmediğimiz fakat deneyebileceğiniz plajlar var. Su yine sıcak. Hava ise cehennem sıcağı. Yıllarda Antalya'da yaşamış, farklı yerlerde absürd sıcaklıklar görmüş birisi olarak söyleyebilirim ki ben dünyada bu kadar sıcak bir yer görmedim. Önleminizi ona göre alın. Biz günübirlik gittiğimiz için akşamını göremedik fakat Orta Amerika tarzı eğlenceleriyle meşhurmuş, böyle kıpır kıpır ezgiler, reggie falan. Gezilecek yerler olarak ise Ernest Hemingway'in evi ve en güney nokta olarak Southernmost Point var. Bu arada gezerken sokak aralarında başıboş dolanan horozlara rastlarsanız da şaşırmayın sakın :)




Miami'nin gezilecek bir dolu başka yeri de var ama belli başlıları ve bizim gezebildiklerimiz arasında en beğendiklerimiz bunlardı. Yine zamanınız olursa Miami Beach Botanical Garden, Vizcaya Museum and Gardens, Wynwood Walls, Miami Seaquarium'a gidebilirsiniz. Çok pahalı bir giriş ücreti olan fakat hayatınızda belki de bir kere yaşayabileceğiniz bir deneyim olacak Zoological Wildlife Foundation'a da uğrayabilirsiniz. Burada A'dan Z'ye bir çok tropikal hayvan görebilir, bir çoğunun yavrularıyla falan oynayabilirsiniz.


Konaklama

Miami konaklama için fiyat olarak ABD'nin orta halli lokasyonların denilebilir. Fakat şehirde zaman geçireceğiniz yere yakın seçmek isteyeceğiniz lokasyona göre fiyat tabi ki artabilir. South Beach'e yakın olan lokasyonlar, eğlencenin göbeğinde konaklamak isteyenler için iyi bir tercih olabilir. Zaten otel sayısı South Beach'e yaklaştıkça artıyor. Biz otelde kalmak yerine Airbnb'den bir daire kiraladık North Beach taraflarında. Burası, yine plajların bulunduğu, yüksek yüksek rezidansların olduğu çok çok zengin bir bölge. Böyle bir bölgede kalıp, süper bir manzara eşliğinde güne başlamak isterseniz siz de aynı tercihi yapabilirsiniz. Buradan South Beach'e arabayla maksimum 20-25 dakikada varılabiliyor yine. İsteyene kaldığımız yerin bilgilerini de verebilirim :D

Kaldığımız evden bir manzara
Sokak iguanası










Yeme İçme

Miami'de yemek olarak tercihiniz tabi ki deniz ürünleri olsun. Okyanus'dan çıkan taze deniz ürünlerini daha iyi bir yerde yemeniz zor. İkinci olarak da yakınlığından ötürü Küba mutfağıyla bol bol karşılaşacaksınız. Küba sandviççilerinde sandviç yiyebilirsiniz. Burada yine başka mutfaklara rastlamak da mümkün. Örneğin South Beach'de bulunan bir Meksika restoranına gittik ve harika Meksika yemekleri yedik. Key West'de meşhur olan Key Lime Pie yiyebilirsiniz. Restoran olarak tavsiyem ise, ABD seyahatimin açık ara en iyi yemek tecrübesini yaşadığım Fogo de Chao olacak. Bu restoran, bir Brezilya et lokantası zinciri ve ABD'nin belli başlı büyük şehirlerinde var. Biz Miami'dekini tercih ettik ve şansımıza da ekstra bir indirim vardı ondan da faydalandık. Konsepti özetlemek gerekirse, kişi başı 35-40$ gibi bir ücret ödüyorsunuz ve sonra ölünceye kadar et yiyorsunuz :) Masanızın üzerinde et istediğinizi belirten bir işaret var. O işaret yeşil olduğu sürece garsonlar masanıza sürekli et getiriyor. Çeşit çeşit et var. Biz domuz eti istemediğimizi belirttikten sonra 16 çeşit etten 8-9 tanesini bize yönlendirmeye başladılar. Etlerin istediğiniz kadar pişirtebiliyorsunuz. Gerçekten verdiğiniz parayı sonuna kadar hak eden bir yer. Miami olmak zorunda değil. Fogo de Chao'nun olduğu bir şehre uğrarsanız burada yemek yemeden dönmeyin sakın.  

Diğer Notlarım

Miami'yi turistik bir yeri gezmek için değil de, tam bir deniz kum güneş tatili yapmak için düşünün derim. O zaman daha fazla keyif alınabilir bence. Burası genel olarak ABD'den oldukça farklı bir yer. Lokasyon itibariyle Güney Amerika'lı insan nüfusu oldukça fazla. Her yer hispanik dolu ve yer yer İngilizce anlaşamadığınız insanlar bile olabilir. Şehir'de toplu taşıma namına çok bir şey yok. Zaten çok çok büyük bir yüz ölçümü var buranın ve araba kiralamak zorundasınız. O sıcakta başka bir opsiyon yok. Araba kiralamak zorundasınız ve Miami trafiğini de çekmek zorundasınız ne yazık ki :( Şehir her ne kadar tatil mekanı gibi gözükse de iş merkezlerinin de bulunduğu bir şehir merkezi var. Bu nedenle çoğu zaman trafiğe yakalanacaksınız. Planınızı yaparken bunu da hesaba katmak lazım. Neyse ki ABD'nin her yerinde olduğu gibi araba kiralamak da benzin de burada çok ucuz. Üstü açık bir araba kiralayıp, Key West'e rüzgar eşliğinde gitmek harika olabilir mesela :)

Şehir çok yakın olduğu için buradan Karayiplere ya da Bahamalara cruise ile gitmek mümkün. Bizim zamanımız olmadı fakat planınızı buna göre yaparsanız, dünyanın taa öteki ucuna gelmişken böye bir fırsatı da kaçırmamış olursunuz.

Okyanusa girmeye korkanlar olabilir malum köpekbalığı hikayelerinden ötürü. Gerçekçi olmak gerekirse gitmeden biz de araştırdık ve bir baktık ki ABD'deki köpekbalığı saldırılarının çok büyük bir kısmı Florida'da oluyormuş :) Okyanusa ilk girdiğimizde oldukça tedirgindik fakat sonrasında olay Türkiye'de denize girmeye dönüyor, köpekbalığını falan unutuyorsunuz. Fakat yine de tedbirli olmakta fayda var tabi.

Yine gezi yorumlarını okurken outletlerden de sıkça bahsedildiğini göreceksiniz. Asıl büyük outletler, Miami'ye arabayla 3 saat mesafede olan Orlando'da fakat bu yol üzerinde Miami'ye yakın outletler de mevcut. Biz Sawgrass Mills Outlet'e gittik ve açık konuşmak gerekirse ABD'de yaptığımız alışverişin büyük bir kısmı buraya aitti. Büyük sayılabilecek bir outlet ve yolunuz düşerse uğrayın derim.

( Miami, Amerika, Doğu, South Beach, Ocean Drive, Will Smith, Tatil, Timsah, Okyanus, Küba, Key West )

16 Nisan 2015 Perşembe

Furious 7 ve Hızlı ve Öfkeli Serisi


Çoğu kaliteli dediğimiz film, sonrasında gelen devam serileri yüzünden eski değerini kaybeder, eleştiri bombardımanına tutulur. 8. 9. serisi çekilen filmlerle ilk başta ben makara yaparım ama bu seriye toz konduramıyorum ne yazık ki. Geçtiğimiz gün, Hızlı ve Öfkeli serisinin 7. filmi olan Furious 7'yi IMAX'de izleme imkanım oldu ve kritiğini yapmak da farz oldu. (Spoiler içermesi yüksek ihtimal bir yazı olacak baştan uyarayım :)

Aslında bu genel olarak Hızlı ve Öfkeli serisinin bir kritiği olacak fakat önce 7. filmden başlayalım. Film, bir önceki filmde ekibin hakladığı Owen Shaw'un abisi olan Deckard Shaw'un ortaya çıkıp, kardeşine zarar verenlere zarar verme çabası üzerine kurulu bir senaryoya sahip. Deckard Shaw, kardeşine zarar veren Toretto ve ekibini öldürmeye çalışmaktadır. Kendisini ailesini korumaya adamış olan Toretto, ekibini yeniden toplar. Gizli servis ile yaptığı anlaşma neticesinde, Deckard Shaw'u yakalayabilmek için God's Eye adında bir sistem oluşturmuş olan bir Hacker'ı yakalamaya çalışır.

Hızlı ve Öfkeli serisi, 4. filmden itibaren otomobil odaklı bir seriden, aksiyon odaklı bir seriye dönüşmeye başlamıştı. Bu filmde ise bu dönüşüm tamamen gerçekleşmiş. Arabalar, yalnızca takip ve kaçış için kullanılan birer araç haline gelmiş ve ilk filmde Toyota Supra ile Ferrari'ye toz yutturan ekip artık Ferrari kullanmaya da başlamış:). Bu film, bir çok kişiye göre abartılı, klişe ve fiziksel olarak imkansız sayılabilecek aksiyon sahneleri barındırıyor. Uçurumdan düşen otobüsten atlama sahnesi, helikoptere araba ile çarpma sahnesi, iki arabanın yan yana gelip bir camdan diğerine birisinin geçmesi, uçurumlardan düşen arabalardan sağ çıkan insanlar ve daha niceleri. Mantık hataları içeren ve "yok artık" dedirten,  Hobbs'un bicepsleriyle kolundaki alçıyı parçalaması:), Letty'nin, Toretto'ya kalp masajı yapan Brian'ı ittirip "çekil lan şurdan" edalarıyla Toretto'yu kucağına alıp sözleriyle onu hayata döndürmesi gibi sahneler de ben dahil bir çok insana komik gelmiştir. Abu Dhabi'deki lük rezidansın önüne sırayla lüks arabalarla gelip Ocean Eleven'dan çıkma bir sahneyle arabalardan iniş kısmı da komikti ne yalan atayım. Fakat bazı film serileri insanı o kadar içine çeker ki, yeni gelen filmlerini heyecanla beklersiniz ve çok çok çok saçma değil ise o filmi öyle ya da böyle seversiniz. Bu seri benim için böyle serilerden birisi ve bence 1. ve 2. filmden sonraki en iyi Hızlı ve Öfkeli filmi olmuş diyebilirim.


Toretto, her zamankinden daha ön planda tutulmuş. Filmi üç ana başlığa böldüğümüzde aksiyon, aile ve Paul Walker diyebiliriz. Vin Diesel buradaki aile kısmının baş aktörlerinden. Serinin ilk filminden bu yana tek amacı ailesini ve ekibini bir arada tutabilmek ve bunun için elinden geleni yapmasıdır. Bu nedenle daha ilk filmden itibaren insan kendini o ailenin bir parçası gibi hissediyor. O evin bahçesindeki barbekü partilerini sanki onlarla beraber yapıyorsunuz. Bu nedenle filmde insanı en yaralayan sahnelerden birisi o evin havaya uçması oluyor. Yine aile kavramı kısmında yer alan Letty ise filmin bu sefer en gereksiz karakteri olmuş. Bir anda "Benim kendimi bulmam lazım" diye çıkıp gitmesi, sonra bir anda "Ben geldim" diye ortaya çıkması falan çok kötü olmuş. Ayrıca Michelle Rodriguez'e romantik sayılabilecek roller gitmiyor arkadaş. Bu kadın helikopter uçurmalı, silah kullanmalı, araba sürmeli falan. Her karaktere tek tek değinmeyeceğim fakat ilk defa kötü adam rolünde izlediğim Jason Statham bence rolünün hakkını fazlasıyla vermiş ve filme cuk oturmuş. Onun içinde olduğu dövüş sahnelerini nefessiz seyrettim. Zaten görünüşe göre bir devam filmi daha gelir ve konu Statham'ın karakteri etrafında döner gibi. Bu filmdeki en keyifli anlar ise şüphesiz Tyrese Gibson'un şaklabanlıkları ve Dwayne Johnson'ın o cüsseyle yaptığı türlü komikliklerdi.

Filmde, serinin eski filmlerine oldukça fazla atıf vardı ve bir şekilde eski filmlere bağlamışlar bu filmi ki benim çok hoşuma gitti o durum. Filmin ortalarında bir anda "Tokyo Drift" müziği eşliğinde Japonya'ya geçilmesi ve 3. filmden sahnelerin yeniden izletilip bu filmde kronolojik olarak bağlanması muazzam olmuş. Han'ın ölüşünü bize yeniden yaşatarak 3. filmi kronolojik olarak 6. sıraya çıkarmışlar aslında. İlk filmden kalan ton balıklı sandviç muhabbeti ve diğer replikler güzel bir nostalji yaşattı. Sadece replikler değil, arabayı tırın altında sürmek, hareket halindeki tıra müdahale etmek gibi eski filmlerden gelen bir çok sahne de, daha iyi bir şekilde tekrarlanmış. Tabi eski sahneleri uyarlarken kullanılan efektler bir harika olmuş. Özellikle bir kaç yerde kullanılan, kameranın karakter ile birlikte dönmesi olayına bayıldım. Zaten söylememe bile gerek yok; bu filmi kesinlikle IMAX'de izlemelisiniz. Bu dönemde böyle güzel efektli fakat 3D olmayan bir filmi IMAX'de bulmak zor.

Serinin en başına dönüp baktığımda 14 sene geçtiğini görüyorum ve o filmi daha gün gibi hatırlıyorum. Artık bu seri, bana da yılların nasıl geçtiğini hatırlatır oldu özellikle Mia ve Letty'nin harbi harbi yaşlanmış olduklarını gördükten sonra:) Fakat tabi ki hiç yaşlanmayanlar, her filmde olduğu gibi bunda da, modifiye arabaların yanında dans etsinler koydukları olmazsa olmaz ablalar. Onlarda fazlasıyla görevlerini yerine getirmişler:) Modifiye araba hikayesi az olsa da yine de araba severli doyurdu diyebilirim film için. Eskilerden hatırladığımız Toyota Supra ve Nissan Skyline GTR'ı bol bol gördük filmde. Arabaların yanında bir parantez de müziklere açmak lazım. Gidilen her mekana uygun çok güzel müzikler seçmişler yine. Gece yarısı yarışları esnasında çalan undergroundlar, sahil kenarı sahnelerinde çalan bandaleros ve Orta Amerika müzikleri, Japonya'da çalan Tokyo Drift büyük keyif verdi.

Evet şimdiye kadar bahsetmediğim bir isim var farkındayım. Hem assolisti muhabbetinden, hem de karakteri gözümün önünde geldikçe hüzünlendiğim için Paul Walker'ı en sona bıraktım. İzlediğim her sahnede hüzünlendim ve filmin sonlarındaki o kumsal sahnesinde nerdeyse gözlerim doldu. Bu serinin baş kahramanı, olmazsa olmazı, hayat dolu bir insan kaybettik. Dünyada daha önce ölmesi gereken bir dolu insan varken böyleleri önce gidiyor işte ne yazık ki :( Yanlış hatırlamıyorsam sadece 3. filmde yoktu Brian O'Conner karakteri. Çekimler esnasında hayatını kaybettiği için senaryonun değiştirileceğini ve çok büyük ihtimalle filmde karakterinin öldürüleceğini düşünüyordum fakat Paul Walker için şahane bir son hazırlamışlar. Filmde öldürüp kendisini kötü hatırlatmak yerine ailesi için yaptığı işi bırakan ve ekiple yolları ayrılan bir karakter çizmişler Paul için. Sahilde ailesiyle oynarken onu izleye ekip arkadaşları ve ailesi, hüzünlü halleriyle sanki Brian'ın aralarından ayrılmasına değil de Paul'un ölümüne üzülüyor gibiydiler. Zaten o sahne, Paul'un gerçek hayatından bir sahnesi gibiydi; ailesini çok sevmesi fakat onlardan ayrılması... Filmin son sahnesinde ise Dominic ile birlikte son bir sürüşe çıkıyor Brian ve ikiye ayrılan yolda, yolları ayrılıyor, ne yazık ki sonsuza dek. O sahnede Paul Walker'ın ilk filmde kullandığı efsane Toyota Supra'nın bembeyaz, tertemiz, modifiyesiz bir halde olması, ayrılıştan sonra kameranın onu takip edip okyanus ve gökyüzünün bir beyazlıkta birleşip filmin sonlanması, şahane olmuş. Paul için hak ettiği, harika bir veda hazırlamışlar. Eski filmlerdeki Paul Walker'ın yer aldığı sahneleri art arda koymaları boğazımı düğümledi resmen.  Son sahne, kendisini o ailen biri gibi hisseden bir çok insanı çok etkilemiştir eminim. Elveda güzel insan. Bu seri sensiz devam ederse izler miyim bu sefer emin değilim. İçimden bir ses Schumacher - Formula 1 ayrılışı sonrası bu spordan kopuşumu bu film serisinde de yaşayacağım diyor. Toretto'nun filmdeki son repliğiyle yazımı noktalayayım, For Paul...


I used to say I live my life a quarter mile at a time and I think that's why we were brothers - because you did too. No matter where you are in this world, whether it's a quarter mile away or half way across the world. The most important thing in life will always be the people in this room, right here, right now. Salute mi familia. You'll always be with me. And you'll always be my brother.


( Furious 7, The Fast and The Furious, Paul Walker, Vin Diesel, Jason Statham, Dwayne Johnson, Los Angeles, Toyota Supra, Brian O'Connor, Dominic Toretto, Tokyo Drift, Modifiye )