1 Aralık 2015 Salı

Orlando

ABD'nin doğu yakasındaki en önemli lokasyonlardan birisi de Orlando tabi ki. Miami seyahati yapan hemen hemen herkesin bir şekilde uğrayacağı bir lokasyon Orlando. Miami'den arabayla, geniş geniş otoyollarda 3,5 saatlik bir yolculuk sonrası ulaşabilirsiniz Orlando'ya. New York'dan gitmek isterseniz ise 2,5 saatlik bir uçak yolculuğu gerekiyor ulaşmak için. Şimdi biraz bahsedelim şehirden.

Orlando, Florida'nın en gözde ikinci şehri. Yine doğu kıyısında bulunuyor. Şehrin merkezi, Miami gibi okyanus kıyısında değil fakat 45 dakikada arabayla okyanus kıyısına ulaşabiliyorsunuz. Şehrin kendisi, zaten haritalardan da görüleceği üzere ufak ufak yüzlerce gölle kaplı. Yağmur sonrası su birikintisi gibi gözüküyor bu ufak göletler fakat yer altından besleniyorlar. Bizdeki süs havuzlarının doğal versiyonları gibi düşünebilirsiniz, çok enteresan. İklim olarak ise Miami'ye benziyor Orlando. Fakat iki şehri kıyaslamam gerekirse Orlando'daki yağmurlar çok daha şiddetli ve ani oluyor. Miami'deki gibi Kasım-Mayıs arası kuru ve gezilmesi gereken mevsim oluyor Orlando için. Bizim gibi Ağustos'da giderseniz ise her an yağmura hazırlıklı olun. Cebinizde mutlaka bir cep yağmurluğu bulunsun. Hava sıcaklığı ise yine 32-33 derecelerde sabit sürekli.

Orlando şehrinin asıl konsepti tabi ki tema parklar. Buralara gitmek için ise aracınızın olması şart. Şehir otobanlar şehri ve arabasız burada da işiniz zor. Bu şehir dünyanın en önemli ve bilindik iki tema parkı olan Disney World ve Universal Studios'u barındırıyor. Bunların dışında ekstra fazla bir şeyi yok aslında. Şimdi Orlando'da yapılabileceklerden bahsedeyim biraz.


Universal Studios


Meşhur Universal Stüdyolarının iki adet tema parkı var ABD'de. Bir tanesi Los Angeles'da bulunan Hollywood tema parkı ve bir diğeri de Orlando'da bulunan Universal Studios. Orlando'daki tema park Universal Studios Florida ve Islands of Adventure şeklinde iki parktan oluşuyor. Bilet alırken iki park için tek tek ya da birlikte bilet alabiliyorsunuz. Tabi ki birlikte bilet almak daha karlı oluyor. Buraya gidecek arkadaşlara çok önemli bir uyarıda bulunayım. Gideceğiniz parklarda zamanınızın çok büyük bir kısmı kuyruk beklemekle geçecek. Bu süreyi minimuma indirmek için kesinlikle ama kesinlikle Express Pass almak gerekiyor. Bu kart sayesinde aktivitelere öncelikli olarak girebiliyorsunuz. Yine gittiğiniz gibi giremiyorsunuz ama yarım saat beklemek yerine 2 dakika falan bekliyorsunuz. Bu kartın fiyatları sizi tereddüte düşürebilir çünkü neredeyse bilet parası kadar para vermeniz gerekecek fakat vermek zorundasınız, yoksa gününüz tamamen boşa gider. Ayrıca bir hatırlatma daha, Express Pass belirli günler için rezerve ediliyor ve fiyatları da günlere göre değişiyor. Yani istediğiniz tarihte alamama durumunuz da var. Bu nedenle önceden almanızda fayda var. Özetle çok para vermeniz lazım onu söyleyeyim ve Orlando'ya gidiyorsanız bundan kaçışınız yok :)

Hulk sonrası zafer :)

Gelelim burada neler olduğuna. İki park arasında CityWalk adında meşhur bir kapalı yol var. Burada bir dolu hediyelik eşya satan yer, restoran vs. bulabilirsiniz. Dünya'nın en büyük Hard Rock Cafe'si de yine burada bulunuyor. İki parkı birbirine bağlayan bu yolda parklar arası yürüyüş yaklaşık 15 dakika falan sürüyor. Biz yoğunluğumuzdan ötürü iki parkı tek günde gezmeye karar verdik. Express Pass aldıktan sonra iki parkı da, biraz tempolu bir şekilde tek günde gezebildik ve hemen hemen girmek istediğimiz her aktiviteye girebildik. Sadece çok beğendiklerimize ikinci kez girme şansımız olmadı ve bir kaç ufak ve diğerlerine göre önemsiz aktiviteyi kaçırdık. Eğer bol vaktiniz varsa iki park için iki gün çok iyi olur. Eğer tek gününüz varsa ve benim gibi gezebilir miyiz diye çok tereddütte kaldıysanız tek gün de zorlama bir şekilde yetiyor (Tabi yanınızda sizi yavaşlatacak çocuk falan yoksa :)



Parklar Hollywood temalı eğlenceli aktivitelerden oluşuyor. Buranın en meşhur iki aktivitesi, iki parkta da birer adet bulunan Harry Potter aktiviteleri. Bunları gerçekten atlamamanız lazım, hatta ilk olarak bunlara gidin. Devasa bir üç boyutlu ekran içerisinde Harry Potter dünyasına giriyorsunuz ve adeta filmi yaşıyorsunuz. Kelimeler gerçekten çok yetersiz kalıyor anlatmakta. Universal Studios'un en aklımda kalan aktivitesi burası oldu diyebilirim. İki park arası geçiş için City Walk dışında Harry Potter aktivitelerini de kullanabilirsiniz. Hogwarts Express'e binerek bir parktan diğerine geçebilirsiniz. Biz, zaman kalmadığı için binemedik ama çok önerdiler bu aktiviteyi. Unutmadan, Harry Potter aktivitelerinde Express Pass yok :) Islands of Adventure'da bulunan The Incredible Hulk ise, buranın bir başka olmazsa olmaz aktivitesi. Dünyanın en hızlı roller coaster'larından birisi Hulk. Aşağıdan baktığınızda oldukça korkutucu gözüküyor ve tren raylarda giderken adeta bir uçak geçiyormuş gibi bir ses duyuyorsunuz ve açıkçası bu tarz roller coaster'lardan korkanlar binmesin ama biz çok keyif aldık ve bir daha binemediğimize üzüldük öyle söyleyeyim :) Her ride'dan tek tek bahsetmeyeceğim ama bunlara kesin gidin. Rip Ride Rock'a da binin :) Unutmadan söyleyeyim, yanınızda yedek t-shirt ve şort götürün çünkü sulu aktiviteler de var ve çok çok ıslanabilirsiniz. Özetle, eğer roller coaster ve daha yetişkinlere yönelik biraz da korkutucu aktiviteler arıyorsanız, ilk tercihiniz Universal Studios olsun. Sıra beklediğim bir aktivite sonrasında kötü diye üzüldüğüm çok az olmuştur.


Disney World


Orlando Disney World, aklınız hayaliniz almayacak ölçüde büyük bir alana kurulmuş tema parklardan oluşan bir bütün aslında. Bahsettiğim parklar öyle birbiriyle yan yana falan değil, Universal'dan oldukça farklı yani. Aklınızda hepsini bir güne sıkıştırırım gibi bir düşünceniz varsa silin hemen onu :) Parklar arasında ulaşım için seçenekler, shuttle, tekne, raylı sistem ya da şahsi araba şeklinde. Otoyollardan falan geçmek gerekiyor ve bu bölgedeki otoyollar tabelaları bile Disney karakterlerini içeriyor. Gelelim bu parklarda neler olduğuna...

Magic Kingdom 

Disney World'un en bilindik parkı. Meşhur Cindrella'nın kalesi burada bulunuyor. Özellikle çocuklar için harika bir mekan burası. Tabi içinizde çılgın bir Mickey, Goofy sevgisi falan varsa sizin için de çıldırmalık bir mekan olacaktır. Bu park, gece 12'ye kadar açık. Biri sabah biri akşam olmak üzere günde iki kez karakterlerin geçit töreni var (Disney Parade). İkisini de görme imkanımız oldu ama akşam olan çok daha hoşuma gitti. Işıklar içerisinde falan çok daha güzel ve masalsı gözüküyordu. Buranın en meşhur olayı ise tabi ki

Cindrella'nın kalesinin önündeki büyük meydanda her gece yapılan havai fişek gösterisi. Parka giriş için sizden aldıkları paranın büyük bir kısmını burada havai fişeklerle size iade ediyorlar :) Tabi bir de kalenin çeşitli show ve müzikler eşliğinde ışıklandırılması var ki hakikaten şahane. Park kendi içinde de 6-7 tane bölgeye ayrılmış. Her birisinde farklı konseptlerde oyuncaklar, atraksiyonlar, yeme içme yerleri var. Yeme içme demişken buradaki en meşhur restoran tabi ki Cindrella Kalesi içerisindeki restoran. Adeta bir masalı yaşıyormuş gibi oluyormuşsunuz ama burası hem en pahalı restoran hem de rezervasyonları 6 ay sonrasına falan veriyorlar haberiniz olsun. Tek tek her aktiviteden bahsetmeyeceğim ama buranın en görülmesi gerekenleri Peter Pan's Flight, Seven Dwarf's Mine Train ve Space Mountain. Unutmayın ki rezervasyonlu gitmezseniz bu aktiviteler için ortalama 1-1,5 saat sıra beklemeniz gerekebilir. Zaten Magic Kingdom en kalabalık park olduğu için en fazla burada sıra bekliyorsunuz ne yazık ki.

Epcot

Parkları tanıtırken meşhurluk sırasına göre gidiyorum ve Epcot ikinci sırada geliyor. Bu parkın konsepti ise teknoloji ve uzay. Bu konulara ilgiliyseniz ikinci tercihiniz burası olsun. Yine Magic Kingdom'daki bölgelere ayrılma, yeme içme konseptleri burada da var. Parkın hemen girişinde, ortada devasa bir küre var Epcot'un simgesi olan. Bunun içindeki aktiviteye katılın derim. İletişim dünyasının geçmişini size interaktif bir şekilde bir raylı sistem üzerinde anlatıyorlar. O kocaman kürenin içini tamamen dolaştırıyorlar size. Benim gittiğim aktiviteler arasında en hoşuma gidenlerden birisi ise Mission Space. Burada 2 adet uzay mekiği fırlatma simülasyonu var birisi kolay birisi zor olmaz üzere. Biz zor olanına bindik. 4 kişi biniliyor ve herkesin bir görevi oluyor ve sizi ekip olarak uzaya fırlatıyorlar. Gerçekten büyük bir G kuvveti ile sizi koltuğunuza yapıştıran değişik bir deneyim. Mide ve kulak sorunu olanları biraz zorlayabilir haberiniz olsun. Buranın diğer meşhur aktiviteleri ise Soarin ve Test Track. Buralar için de beklemeyi göze almanız gitmeden.

Animal Kingdom

  

Eğer hayvanlar, özellikle vahşi hayvanlara özel bir ilgi duyuyorsanız burası tam size göre. Gezdiğim 3 tema park içerisinde en hoşuma giden burasıydı diyebilirim. Buranın konsepti tamamen hayvanlar üzerine. Adeta bir belgesel içinde gibisiniz. Park yine bölgelere ayrılmış. Bu bölgeler kıtaların isimleri verilmiş. Asya, Afrika gibi bölgeler var. Bu bölgelerdeki yapılar, bitki örtüsü, hayvanlar, hepsi ilgili kıtayı yansıtıyor. Bir tarafta Afrika ezgileriyle dans ederken diğer tarafta tapınaklar içinde Bengal kaplanlarını gözlemleyebiliyorsunuz. Tabi ki burada da binilebilecek roller coasterlar ve çeşitli aktiviteler var. Buranın meşhur ve sıra bekletenleri ise Expedition Everest, Kali River ve Kilimanjaro Safari. Bunlardan sadece Everest'e gidemedim. Roller coaster sevenler kesin binmeli ama. Son bir not; Kilimanjaro Safari'ye gitmeden dönmeyin buradan. Gerçek safari araçlarının içinde Afrika safarisine çıkıyorsunuz. Bir dolu vahşi hayvanın arasından, tel örgü vs olmadan geçiyorsunuz. Gerçekten çok güzeldi.

Hollywood Studios

Disney parkları arasında bir tek buna gidemedim zaman yetmediğinden ötürü.

Disney World'e Gitmeden Önce Bilinmesi Gerekenler

Benim gibi kısıtlı vakti olanlara önemli bir kaç detay da vermek isterim. Disney'de, Universal'daki gibi bir öncelikli giriş yok. Bir kaç gün önceden, parklar içerisindeki kiosklardan ya da cep telefonu uygulamasından aktivitelere ücretsiz rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Tabi ki çok sevilen aktiviteler hemen doluyor. Her gün için 3 aktivite hakkınız var ve siz bir tanesini seçince sistem otomatik olarak diğer ikisini de ekliyor yanında. Yani biraz şansa kalmış. İstediğiniz aktiviteye istediğiniz zamanda gitmek kolay değil. Çok istediğiniz bir aktiviteye yer bulup günün geri kalanını ona göre şekillendirin derim.

Disney World, aşırı kalabalık. Aşırı kalabalık kavramı size ne ifade ediyorsa onu 3le çarpın, o kadar kalabalık. Biz bahsettiğim 3 parkı 2 günde gezdik fakat hem çok yorulduk, hem de yapamadığımız aktiviteler oldu. Yine de çok çok zorlayarak, hemen açılış saatinde parklara girip, kapanış saatine kadar içerde kalarak falan bu üç parkı 2 günde gezebilirsiniz. İdeal bir plan olarak benim tavsiyem ise Disney World'e 4 gün ayırmanız. Her park için 1 gün en ideali olur. Bunu yaparken de farklı bilet seçeneklerini değerlendirin tabi ki. 3-4 günlük biletler, tek günlük ve tek parklık biletlerden daha uyguna geliyor çoğu zaman. Ayrıca unutmayın ki burası gerçekten her anlamda pahalı bir yer. O yüzden bütçenizi önceden ayırın ve ona göre gidin.

Bir diğer önemli husus ise gitmeden Disney World'un akıllı telefon uygulamasını indirin kesinlikle. Hem aktivitelere rezervasyonlarınızı buradan yapabiliyorsunuz, hem de her bir aktivitenin anlık bekleme süresini görebiliyorsunuz. Böylece boş olan aktiviteye hemen gidebilirsiniz. Ayrıca uygulama içindeki harita sizin anlık olarak yerinizi de gösteriyor. Böylece devasa parklar içerisinde kaybolmadan istediğiniz aktiviteyi bulabiliyorsunuz. Son bir not: Universal'daki ıslanmak ile ilgili uyarılarım burada da geçerli. Yanınızda yedek kıyafet götürün :)

Yağmur konusunda çok ciddiyim evet :)
Son Notlar

Orlando'da oteller, genelde ailelere hitap ettiği için apart şeklinde ve diğer şehirlere göre oldukça ucuz olduğunu göreceksiniz. Bu konuda hiç bir sıkıntı yaşamazsınız. Fakat biraz daha fazla para verip Disney World'de bulunan otellerde kalırsanız, tema parklara 1 saat erken giriş, bedava tema park biletleri gibi avantajlardan faydalanabilirsiniz ki Orlando'yu gezmiş birisi olarak bir daha gelirsem kesinlikle böyle bir konaklamayı tercih ederim. Bu oteller, yine zamanında Disney World'un kendisinin yaptığı göletler arasında bulunuyor ve bazı tema parklara direkt olarak otelinizden vapur ya da raylı sistem ile gidebiliyorsunuz. Yeme içme işine gelirsek, genel olarak zaten gün içerisinde tema parklarda halledebiliyorsunuz fakat akşam uygun fiyatlı güzel bir şeyler yemek isterseniz Applebee's'i tavsiye ederim kesinlikle. Şehirde bir kaç tane var. Bir tanesi, Orlando'nun en bilindik lokasyonlarından olan International Drive üzerinde zaten.

Outlet haritamız
Ve Orlando'nun en bilindik yanını özellikle en sona bıraktım; evet alışveriş :) Orlando, Amerika Birleşik Devletleri'nin belki de en meşhur alışveriş ve outlet merkezi olarak da biliniyor. Burada insanlar çılgınlar gibi alışveriş yapıyorlar. Bir tanesi I-Drive'ın başında, diğeri de sonunda olmak üzere 2 adet büyük outlet var ve buralarda hemen hemen bulamayacağınız marka yok diyebilirim. Fakat buraya gelen insan sayısı arttıkça zamanla outletlerde bile fiyatlar artmış diyebilirim. Türkiye'de çok pahalı olan markaların ürünlerini gerçekten iyi fiyatlar alabilirsiniz fakat "Öyle çok marka takıntım yok, ben 3-5 t-shirt falan alayım" derseniz düşündüğünüz gibi gitmeyebilir alışveriş işi. Uygun fiyata kaliteli ürünler almak isterseniz, Tj-maxx ve Ross'u tavsiye ederim kesinlikle. Belki outletlerdeki gibi markalar ayrı mağazalar halinde değil ve ürün çeşitliliği az fakat dikkatlice bakarsanız çok uygun fiyatlara markalı ürünler bulabilirsiniz. Özellikle bayanlar çanta almak istiyorlarsa bu iki mağaza dışında hiç bir yere gitmelerine gerek yok.

Orlando'ya alışveriş için minimum 1 tam gün ayırmanız lazım ki iştah ve bütçe durumunuza 1 gün yetmeyebilir bunu da unutmayın. Tema parkları da işin içine katarsak dolu dolu bir Orlando gezisi için en az 1 hafta ayırmanızı şiddetle tavsiye ediyorum.


( Orlando, Amerika Birleşik Devletleri, Tatil, Eğlence, Tema Park, Universal, Stüdyo, Disney World, Epcot, Magic Kingdom, Outlet, Alışveriş, Yağmur )

16 Eylül 2015 Çarşamba

Miami

Miami, ABD denince ilk akla gelen yerlerden. Canlı gece hayatı, bembeyaz kumlarla kaplı plajları, köpekbalığı efsaneleri altında gittiğimiz Miami'den bahsedeyim gitmeyi düşünenler için...

Nasıl Gidilir?

Miami, ABD'nin en güneyinde kalan şehirlerden birisi. Florida eyaletinin turizm cenneti de denilebilir. 2015 yılında Türk Hava Yolları'nın direkt uçuşlarını başlattığı Miami'ye San Francisco civarlarından 7-8 saatte, New York'tan ise 3,5 saatte ulaşmak mümkün. Şehirde iki adet havalimanı var. İkisi de merkeze yakın sayılır ve aktif olarak kullanılıyorlar (Miami International ve Ft. Lauderdale).

Havası Suyu

Ekvator'a oldukça yakın bir lokasyonda olduğu için daima sıcak diyebiliriz Miami için. Mevsimleri bizdeki gibi 4 mevsim şeklinde değil, sıcak ve kuru mevsim olarak 2 tane. Hava sıcaklığı sürekli 32-33 derecelerde seyrediyor burada. Miami'de vakit geçirmek için en uygun zamanlar Kasım-Mayıs aralığı, yani kuru mevsim. Diğer aylar daha çok yağışlı geçiyor ve Ağustos-Kasım arası ise "Kasırga Mevsimi" olarak geçiyor ki biz bu tarihlerde oradaydık evet :) Biraz şansa kalmış aslında kasırga olayı. Oradayken sıkıntı yaşamadık ama her akşamüstü yoğun bir yağmur vardı şehirde.


Gezilecek Yerler

South Beach
Miami denince akla ilk gelen, Will Smith'in meşhur klibinde gezdiği ve bahsettiği, bembeyaz kumlara sahip ve alabildiğine uzanan plaj burası. Miami'nin güney doğu kısmında kalıyor lokasyon olarak ve kuzeye doğru devam ediyor. Miami'ye kadar gelmişken okyanusa girmeden dönmek olmaz tabi ki ve bunun için belki de en tercih edilmesi gereken lokasyon burası. ABD'nin batı kıyılarında gidenlerin bildiği üzere o tarafta okyanus suyu çok çok soğuk ve kıyafetsiz girmek imkansız gibi bir şey. South Beach'de ise tam tersi. Suyun içinde sıcaktan terleyebilirisiniz o derece :) Akşama dışarı çıkarken giyeceğiniz kıyafetleri de yanınızda getirip akşamüstü buraya uğrarsanız, sonrasında hemen yan tarafında bulunan Ocean Drive'da gecelere akabilirsiniz bu arada:)

Ocean Drive
South Beach'le yan yana bulunan, Miami'nin en meşhur caddesi burası. Her akşam oldukça kalabalık olan, şıkır şıkır giyinmiş insanların, lüks arabaların piyasa yaptığı, en canlı ve hareketli mekanların bulunduğu yer. Scarface fanatiklerinin de filmden hatırlayacağı rengarenk ışıklarla donatılmış cadde üzerindeki palmiye silüetleri buraya harika bir hava katıyor. Hareket arıyorsanız akşam başka bir lokasyon aramayın derim.



Lincoln Road
Ocean Drive'ı şehrin güney kısımda dikine kesen bu trafiğe kapalı yol, Ocean Drive'dan sonraki en meşhur Miami lokasyonlarından. 80'li yıllarda ünlülerin uğrak mekanıymış buralar. Cafeler ve restoranlar var burada, akşam yemek için gidebileceğiniz bir lokasyon.

Little Havana

Miami içerisindeki küçük Küba.  Miami şehir merkezinin hemen doğusunda kalan bu bölge, Küba'nın küçük bir versiyonu denilebilir. Merkezdeki büyük gökdelenler ve rezidanslar, burada salaş, tek katlı, bakımsız fakat sevimli evlere dönüyor. Tabi ki insan profili de aynı şekilde değişiyor. Küçük bir Küba deneyimi yaşamak için buraya kesinlikle uğrayın derim. Oraya kadar gitmişken de her yerde bulunan sigara dükkanlarındaki yüzlerce çeşit purolardan alabilirsiniz.

Hemen hemen her yerde bulunan margaritacılardan margarita içebilirsiniz. Bu bölgedeki en meşhur ve hareketli lokasyon ise SW 8th Street. Bu cadde üzerinde, restoranlar, barlar, cafeler var. İlk olarak gezmeye buradan başlayabilirsiniz.




Everglades Ulusal Parkı
Miami'ye gidip buraya uğramadan dönmeyin, net! Everglades ulusal parkı, şehrin merkezinden arabayla 40 dakika mesafede bulunuyor. Burası ABD'nin yüzölçümü olarak en büyük üçüncü, tropikal park olarak ise en büyük ulusal parkıdır. Buranın konseptinden bahsedecek olursak: Timsah :) Evet burada bol bol timsah var. Parka giderken şehrin merkezine yakın su kanallarının içinde bile timsahlar,  kenarlarında kocaman iguanalar başıboş geziyor. İnsana çok garip geliyor açıkçası. Bizdeki kedi köpeklerin gezdiği gibi tropik hayvanlar geziyor merkezde :)

Park hem tatlı hem de tuzlu suya sahip olduğu için Alligator ve Crocodile diye adlandırılan iki tür timsahın bir arada yaşayabildiği dünyadaki tek yermiş. Parkın hemen girişinde, bir çok airboat tur lokasyonu var. Airboat denilen şey, kanalların içinde sizi timsahlarla dolu suyun üzerinde gezdiren, arkasında kocaman bir fana sahip su taşıtı diyebiliriz. Oldukça keyifli oluyor, buna kesinlikle binin. Timsahlara bir karış mesafedeki sularda gidiyorsunuz. Sularda genelde küçük timsahlar oluyor. İlk başta biraz korkabilirsiniz fakat alıştıktan sonra ayağa kalkıp çalı çırpı içerisinde timsah aramaya başlayacaksınız, bulunca çılgınca seveceksiniz falan. Tur sonrası timsahlarla şov yapan amcalar falan oluyor onları izleyebilir, bebek timsahları elinize alıp resim çektirebilirsiniz :)



Key West
Miami'nin ve ABD'nin en güney noktası burası. Miami merkezden arabayla minimum 3 saatlik bir yol gitmeniz gerekiyor. Key West'in bu kadar meşhur olmasının sebebi ise tabi ki gidilen yol. Okyanus üzerindeki küçük adacıkları birleştiren bir otoyol üzerinden gidiyorsunuz Key West'e. Sadece köprülerin olduğu okyanus üstü bir yoldan bahsediyorum. Bazı yerlerde o kadar daralıyor ki yolu aydınlatan lambaları bile suyun içine koymaları gerekmiş. Aklınızda olsun bu yol, kötü hava şartlarında ölümcül olabiliyor. Ama hava güzelse manzara da şahane tabi ki. Yol üzerinde durabileceğiniz ufak plajlar var ve burada denizin rengi aynı Maldivler'deki gibi. Biz yapmadık fakat içimizde kaldı, kesinlikle buralarda durup okyanusa girin. Key West'in merkezi ise fazlasıyla Küba esintisi taşıyor. Zaten burası Küba'ya 80 mil mesafede. ABD'nin Küba'ya olan ambargoyu yavaş yavaş kaldırması sonrasında yakında Havana feribot seferleri de başlayabilir. Burada, bizim çok beğenmediğimiz fakat deneyebileceğiniz plajlar var. Su yine sıcak. Hava ise cehennem sıcağı. Yıllarda Antalya'da yaşamış, farklı yerlerde absürd sıcaklıklar görmüş birisi olarak söyleyebilirim ki ben dünyada bu kadar sıcak bir yer görmedim. Önleminizi ona göre alın. Biz günübirlik gittiğimiz için akşamını göremedik fakat Orta Amerika tarzı eğlenceleriyle meşhurmuş, böyle kıpır kıpır ezgiler, reggie falan. Gezilecek yerler olarak ise Ernest Hemingway'in evi ve en güney nokta olarak Southernmost Point var. Bu arada gezerken sokak aralarında başıboş dolanan horozlara rastlarsanız da şaşırmayın sakın :)




Miami'nin gezilecek bir dolu başka yeri de var ama belli başlıları ve bizim gezebildiklerimiz arasında en beğendiklerimiz bunlardı. Yine zamanınız olursa Miami Beach Botanical Garden, Vizcaya Museum and Gardens, Wynwood Walls, Miami Seaquarium'a gidebilirsiniz. Çok pahalı bir giriş ücreti olan fakat hayatınızda belki de bir kere yaşayabileceğiniz bir deneyim olacak Zoological Wildlife Foundation'a da uğrayabilirsiniz. Burada A'dan Z'ye bir çok tropikal hayvan görebilir, bir çoğunun yavrularıyla falan oynayabilirsiniz.


Konaklama

Miami konaklama için fiyat olarak ABD'nin orta halli lokasyonların denilebilir. Fakat şehirde zaman geçireceğiniz yere yakın seçmek isteyeceğiniz lokasyona göre fiyat tabi ki artabilir. South Beach'e yakın olan lokasyonlar, eğlencenin göbeğinde konaklamak isteyenler için iyi bir tercih olabilir. Zaten otel sayısı South Beach'e yaklaştıkça artıyor. Biz otelde kalmak yerine Airbnb'den bir daire kiraladık North Beach taraflarında. Burası, yine plajların bulunduğu, yüksek yüksek rezidansların olduğu çok çok zengin bir bölge. Böyle bir bölgede kalıp, süper bir manzara eşliğinde güne başlamak isterseniz siz de aynı tercihi yapabilirsiniz. Buradan South Beach'e arabayla maksimum 20-25 dakikada varılabiliyor yine. İsteyene kaldığımız yerin bilgilerini de verebilirim :D

Kaldığımız evden bir manzara
Sokak iguanası










Yeme İçme

Miami'de yemek olarak tercihiniz tabi ki deniz ürünleri olsun. Okyanus'dan çıkan taze deniz ürünlerini daha iyi bir yerde yemeniz zor. İkinci olarak da yakınlığından ötürü Küba mutfağıyla bol bol karşılaşacaksınız. Küba sandviççilerinde sandviç yiyebilirsiniz. Burada yine başka mutfaklara rastlamak da mümkün. Örneğin South Beach'de bulunan bir Meksika restoranına gittik ve harika Meksika yemekleri yedik. Key West'de meşhur olan Key Lime Pie yiyebilirsiniz. Restoran olarak tavsiyem ise, ABD seyahatimin açık ara en iyi yemek tecrübesini yaşadığım Fogo de Chao olacak. Bu restoran, bir Brezilya et lokantası zinciri ve ABD'nin belli başlı büyük şehirlerinde var. Biz Miami'dekini tercih ettik ve şansımıza da ekstra bir indirim vardı ondan da faydalandık. Konsepti özetlemek gerekirse, kişi başı 35-40$ gibi bir ücret ödüyorsunuz ve sonra ölünceye kadar et yiyorsunuz :) Masanızın üzerinde et istediğinizi belirten bir işaret var. O işaret yeşil olduğu sürece garsonlar masanıza sürekli et getiriyor. Çeşit çeşit et var. Biz domuz eti istemediğimizi belirttikten sonra 16 çeşit etten 8-9 tanesini bize yönlendirmeye başladılar. Etlerin istediğiniz kadar pişirtebiliyorsunuz. Gerçekten verdiğiniz parayı sonuna kadar hak eden bir yer. Miami olmak zorunda değil. Fogo de Chao'nun olduğu bir şehre uğrarsanız burada yemek yemeden dönmeyin sakın.  

Diğer Notlarım

Miami'yi turistik bir yeri gezmek için değil de, tam bir deniz kum güneş tatili yapmak için düşünün derim. O zaman daha fazla keyif alınabilir bence. Burası genel olarak ABD'den oldukça farklı bir yer. Lokasyon itibariyle Güney Amerika'lı insan nüfusu oldukça fazla. Her yer hispanik dolu ve yer yer İngilizce anlaşamadığınız insanlar bile olabilir. Şehir'de toplu taşıma namına çok bir şey yok. Zaten çok çok büyük bir yüz ölçümü var buranın ve araba kiralamak zorundasınız. O sıcakta başka bir opsiyon yok. Araba kiralamak zorundasınız ve Miami trafiğini de çekmek zorundasınız ne yazık ki :( Şehir her ne kadar tatil mekanı gibi gözükse de iş merkezlerinin de bulunduğu bir şehir merkezi var. Bu nedenle çoğu zaman trafiğe yakalanacaksınız. Planınızı yaparken bunu da hesaba katmak lazım. Neyse ki ABD'nin her yerinde olduğu gibi araba kiralamak da benzin de burada çok ucuz. Üstü açık bir araba kiralayıp, Key West'e rüzgar eşliğinde gitmek harika olabilir mesela :)

Şehir çok yakın olduğu için buradan Karayiplere ya da Bahamalara cruise ile gitmek mümkün. Bizim zamanımız olmadı fakat planınızı buna göre yaparsanız, dünyanın taa öteki ucuna gelmişken böye bir fırsatı da kaçırmamış olursunuz.

Okyanusa girmeye korkanlar olabilir malum köpekbalığı hikayelerinden ötürü. Gerçekçi olmak gerekirse gitmeden biz de araştırdık ve bir baktık ki ABD'deki köpekbalığı saldırılarının çok büyük bir kısmı Florida'da oluyormuş :) Okyanusa ilk girdiğimizde oldukça tedirgindik fakat sonrasında olay Türkiye'de denize girmeye dönüyor, köpekbalığını falan unutuyorsunuz. Fakat yine de tedbirli olmakta fayda var tabi.

Yine gezi yorumlarını okurken outletlerden de sıkça bahsedildiğini göreceksiniz. Asıl büyük outletler, Miami'ye arabayla 3 saat mesafede olan Orlando'da fakat bu yol üzerinde Miami'ye yakın outletler de mevcut. Biz Sawgrass Mills Outlet'e gittik ve açık konuşmak gerekirse ABD'de yaptığımız alışverişin büyük bir kısmı buraya aitti. Büyük sayılabilecek bir outlet ve yolunuz düşerse uğrayın derim.

( Miami, Amerika, Doğu, South Beach, Ocean Drive, Will Smith, Tatil, Timsah, Okyanus, Küba, Key West )

16 Nisan 2015 Perşembe

Furious 7 ve Hızlı ve Öfkeli Serisi


Çoğu kaliteli dediğimiz film, sonrasında gelen devam serileri yüzünden eski değerini kaybeder, eleştiri bombardımanına tutulur. 8. 9. serisi çekilen filmlerle ilk başta ben makara yaparım ama bu seriye toz konduramıyorum ne yazık ki. Geçtiğimiz gün, Hızlı ve Öfkeli serisinin 7. filmi olan Furious 7'yi IMAX'de izleme imkanım oldu ve kritiğini yapmak da farz oldu. (Spoiler içermesi yüksek ihtimal bir yazı olacak baştan uyarayım :)

Aslında bu genel olarak Hızlı ve Öfkeli serisinin bir kritiği olacak fakat önce 7. filmden başlayalım. Film, bir önceki filmde ekibin hakladığı Owen Shaw'un abisi olan Deckard Shaw'un ortaya çıkıp, kardeşine zarar verenlere zarar verme çabası üzerine kurulu bir senaryoya sahip. Deckard Shaw, kardeşine zarar veren Toretto ve ekibini öldürmeye çalışmaktadır. Kendisini ailesini korumaya adamış olan Toretto, ekibini yeniden toplar. Gizli servis ile yaptığı anlaşma neticesinde, Deckard Shaw'u yakalayabilmek için God's Eye adında bir sistem oluşturmuş olan bir Hacker'ı yakalamaya çalışır.

Hızlı ve Öfkeli serisi, 4. filmden itibaren otomobil odaklı bir seriden, aksiyon odaklı bir seriye dönüşmeye başlamıştı. Bu filmde ise bu dönüşüm tamamen gerçekleşmiş. Arabalar, yalnızca takip ve kaçış için kullanılan birer araç haline gelmiş ve ilk filmde Toyota Supra ile Ferrari'ye toz yutturan ekip artık Ferrari kullanmaya da başlamış:). Bu film, bir çok kişiye göre abartılı, klişe ve fiziksel olarak imkansız sayılabilecek aksiyon sahneleri barındırıyor. Uçurumdan düşen otobüsten atlama sahnesi, helikoptere araba ile çarpma sahnesi, iki arabanın yan yana gelip bir camdan diğerine birisinin geçmesi, uçurumlardan düşen arabalardan sağ çıkan insanlar ve daha niceleri. Mantık hataları içeren ve "yok artık" dedirten,  Hobbs'un bicepsleriyle kolundaki alçıyı parçalaması:), Letty'nin, Toretto'ya kalp masajı yapan Brian'ı ittirip "çekil lan şurdan" edalarıyla Toretto'yu kucağına alıp sözleriyle onu hayata döndürmesi gibi sahneler de ben dahil bir çok insana komik gelmiştir. Abu Dhabi'deki lük rezidansın önüne sırayla lüks arabalarla gelip Ocean Eleven'dan çıkma bir sahneyle arabalardan iniş kısmı da komikti ne yalan atayım. Fakat bazı film serileri insanı o kadar içine çeker ki, yeni gelen filmlerini heyecanla beklersiniz ve çok çok çok saçma değil ise o filmi öyle ya da böyle seversiniz. Bu seri benim için böyle serilerden birisi ve bence 1. ve 2. filmden sonraki en iyi Hızlı ve Öfkeli filmi olmuş diyebilirim.


Toretto, her zamankinden daha ön planda tutulmuş. Filmi üç ana başlığa böldüğümüzde aksiyon, aile ve Paul Walker diyebiliriz. Vin Diesel buradaki aile kısmının baş aktörlerinden. Serinin ilk filminden bu yana tek amacı ailesini ve ekibini bir arada tutabilmek ve bunun için elinden geleni yapmasıdır. Bu nedenle daha ilk filmden itibaren insan kendini o ailenin bir parçası gibi hissediyor. O evin bahçesindeki barbekü partilerini sanki onlarla beraber yapıyorsunuz. Bu nedenle filmde insanı en yaralayan sahnelerden birisi o evin havaya uçması oluyor. Yine aile kavramı kısmında yer alan Letty ise filmin bu sefer en gereksiz karakteri olmuş. Bir anda "Benim kendimi bulmam lazım" diye çıkıp gitmesi, sonra bir anda "Ben geldim" diye ortaya çıkması falan çok kötü olmuş. Ayrıca Michelle Rodriguez'e romantik sayılabilecek roller gitmiyor arkadaş. Bu kadın helikopter uçurmalı, silah kullanmalı, araba sürmeli falan. Her karaktere tek tek değinmeyeceğim fakat ilk defa kötü adam rolünde izlediğim Jason Statham bence rolünün hakkını fazlasıyla vermiş ve filme cuk oturmuş. Onun içinde olduğu dövüş sahnelerini nefessiz seyrettim. Zaten görünüşe göre bir devam filmi daha gelir ve konu Statham'ın karakteri etrafında döner gibi. Bu filmdeki en keyifli anlar ise şüphesiz Tyrese Gibson'un şaklabanlıkları ve Dwayne Johnson'ın o cüsseyle yaptığı türlü komikliklerdi.

Filmde, serinin eski filmlerine oldukça fazla atıf vardı ve bir şekilde eski filmlere bağlamışlar bu filmi ki benim çok hoşuma gitti o durum. Filmin ortalarında bir anda "Tokyo Drift" müziği eşliğinde Japonya'ya geçilmesi ve 3. filmden sahnelerin yeniden izletilip bu filmde kronolojik olarak bağlanması muazzam olmuş. Han'ın ölüşünü bize yeniden yaşatarak 3. filmi kronolojik olarak 6. sıraya çıkarmışlar aslında. İlk filmden kalan ton balıklı sandviç muhabbeti ve diğer replikler güzel bir nostalji yaşattı. Sadece replikler değil, arabayı tırın altında sürmek, hareket halindeki tıra müdahale etmek gibi eski filmlerden gelen bir çok sahne de, daha iyi bir şekilde tekrarlanmış. Tabi eski sahneleri uyarlarken kullanılan efektler bir harika olmuş. Özellikle bir kaç yerde kullanılan, kameranın karakter ile birlikte dönmesi olayına bayıldım. Zaten söylememe bile gerek yok; bu filmi kesinlikle IMAX'de izlemelisiniz. Bu dönemde böyle güzel efektli fakat 3D olmayan bir filmi IMAX'de bulmak zor.

Serinin en başına dönüp baktığımda 14 sene geçtiğini görüyorum ve o filmi daha gün gibi hatırlıyorum. Artık bu seri, bana da yılların nasıl geçtiğini hatırlatır oldu özellikle Mia ve Letty'nin harbi harbi yaşlanmış olduklarını gördükten sonra:) Fakat tabi ki hiç yaşlanmayanlar, her filmde olduğu gibi bunda da, modifiye arabaların yanında dans etsinler koydukları olmazsa olmaz ablalar. Onlarda fazlasıyla görevlerini yerine getirmişler:) Modifiye araba hikayesi az olsa da yine de araba severli doyurdu diyebilirim film için. Eskilerden hatırladığımız Toyota Supra ve Nissan Skyline GTR'ı bol bol gördük filmde. Arabaların yanında bir parantez de müziklere açmak lazım. Gidilen her mekana uygun çok güzel müzikler seçmişler yine. Gece yarısı yarışları esnasında çalan undergroundlar, sahil kenarı sahnelerinde çalan bandaleros ve Orta Amerika müzikleri, Japonya'da çalan Tokyo Drift büyük keyif verdi.

Evet şimdiye kadar bahsetmediğim bir isim var farkındayım. Hem assolisti muhabbetinden, hem de karakteri gözümün önünde geldikçe hüzünlendiğim için Paul Walker'ı en sona bıraktım. İzlediğim her sahnede hüzünlendim ve filmin sonlarındaki o kumsal sahnesinde nerdeyse gözlerim doldu. Bu serinin baş kahramanı, olmazsa olmazı, hayat dolu bir insan kaybettik. Dünyada daha önce ölmesi gereken bir dolu insan varken böyleleri önce gidiyor işte ne yazık ki :( Yanlış hatırlamıyorsam sadece 3. filmde yoktu Brian O'Conner karakteri. Çekimler esnasında hayatını kaybettiği için senaryonun değiştirileceğini ve çok büyük ihtimalle filmde karakterinin öldürüleceğini düşünüyordum fakat Paul Walker için şahane bir son hazırlamışlar. Filmde öldürüp kendisini kötü hatırlatmak yerine ailesi için yaptığı işi bırakan ve ekiple yolları ayrılan bir karakter çizmişler Paul için. Sahilde ailesiyle oynarken onu izleye ekip arkadaşları ve ailesi, hüzünlü halleriyle sanki Brian'ın aralarından ayrılmasına değil de Paul'un ölümüne üzülüyor gibiydiler. Zaten o sahne, Paul'un gerçek hayatından bir sahnesi gibiydi; ailesini çok sevmesi fakat onlardan ayrılması... Filmin son sahnesinde ise Dominic ile birlikte son bir sürüşe çıkıyor Brian ve ikiye ayrılan yolda, yolları ayrılıyor, ne yazık ki sonsuza dek. O sahnede Paul Walker'ın ilk filmde kullandığı efsane Toyota Supra'nın bembeyaz, tertemiz, modifiyesiz bir halde olması, ayrılıştan sonra kameranın onu takip edip okyanus ve gökyüzünün bir beyazlıkta birleşip filmin sonlanması, şahane olmuş. Paul için hak ettiği, harika bir veda hazırlamışlar. Eski filmlerdeki Paul Walker'ın yer aldığı sahneleri art arda koymaları boğazımı düğümledi resmen.  Son sahne, kendisini o ailen biri gibi hisseden bir çok insanı çok etkilemiştir eminim. Elveda güzel insan. Bu seri sensiz devam ederse izler miyim bu sefer emin değilim. İçimden bir ses Schumacher - Formula 1 ayrılışı sonrası bu spordan kopuşumu bu film serisinde de yaşayacağım diyor. Toretto'nun filmdeki son repliğiyle yazımı noktalayayım, For Paul...


I used to say I live my life a quarter mile at a time and I think that's why we were brothers - because you did too. No matter where you are in this world, whether it's a quarter mile away or half way across the world. The most important thing in life will always be the people in this room, right here, right now. Salute mi familia. You'll always be with me. And you'll always be my brother.


( Furious 7, The Fast and The Furious, Paul Walker, Vin Diesel, Jason Statham, Dwayne Johnson, Los Angeles, Toyota Supra, Brian O'Connor, Dominic Toretto, Tokyo Drift, Modifiye )

20 Mart 2015 Cuma

Lisbon

Avrupa’da gezdiğim seyahat noktalarına bir yenisi olan Lizbon’u eklemiş bulunmaktayım ve vakit kaybetmeden, bilgiler taze iken burayla ilgili notlarımı aktarmak istedim. Portekiz’in başkenti olan Lizbon, sahip olduğu Akdeniz sıcaklığıyla, Avrupa kıtasının en batı noktası oluşuyla, coğrafyası itibariyle özellikle İstanbul ile olan benzerlikleriyle daha ilk dakikadan itibaren ilgi çekici olmayı başarıyor. Ben şehirde gezmek amaçlı olarak 3 gün geçirdim fakat eminim ki 3 günden fazla kalanlar için daha yapılacak bir çok aktivite kalacaktır. Şimdi Lizbon’u merak edenler için biraz buradan bahsedelim…

Şehrin gerçek anlamda 5 ana bölgesi var diyebiliriz. Aşağıdaki haritadan da görebileceğiniz üzere şehri Merkez, Belem, Alfama, Sintra ve Cascais olarak beşe bölebiliriz. Bu bölgelerden ve bölgelerdeki aktivitelerden bahsedeyim biraz.


Merkez Bölge
Bairro Alto, Commercio Meydanı, Rua Augusto gibi ismini sık duyduğunuz lokasyonların tamamı bu bölge içerisinde diyebilirim. Lokasyonlar birbirine gerçekten çok yakın. Bölge içerisinde bir metro istasyonundan çıktıktan sonra hemen hemen buradaki her noktaya yürüyebilirsiniz. Tabi bazen Lizbon yokuşlarına denk geleceksiniz, hazırlıklı olun.

Praça do Commercio
Lizbon’u gezmek için başlangıç noktası olarak Praça do Commercio seçilebilir. Bu bölge, merkezin denize ( okyanusa, nehire, … hepsi aynı şey :) ) bakan kıyılarının bir tanesi. Çok büyük bir meydan burası. Bol bol resim çekinebilirsiniz. Suyun hemen başladığı bölgede ufak bir iki tane sahil de bulunuyor. Buradan 25 Nisan Köprüsü ve karşı yakadaki İsa Heykeli’ni görebilirsiniz. Meydanın nehre zıt tarafında ise, nerdeyse her avrupa şehrinde denk geldiğim zafer anıtlarından bir tanesi bulunuyor. Paris ve Barcelona’daki anıtlara benziyor bu yapı da. Bu kapının hemen girişinde ise Lizbon’un en meşhur caddelerinden Rua Augusto var. 


Rua Augusto
Şehrin en meşhur kapalı caddesi diyebiliriz burası için; İstiklal Caddesi’ni andırıyor. Oldukça turistik ve araç trafiğine kapalı bir cadde. Ortasında sokakta bulunan restoranlar, sağında ve solunda bir çok hediyelik eşya dükkanı, mağazalar bulmak mümkün. Barcelona’yı gezenler için buraya daha az kalabalık bir Las Ramblas diyebiliriz sanırım. Sokak ortalarında gece gündüz fütursuzca gezen ve dibinize dibinize sokulan uyuşturucu satıcılarına kadar benziyor Las Ramblas’ya. Ama gezin görün burayı, güzel baya. Tavsiyem, cadde üzerindeki turist tuzağı restoranlar yerine buranın birer paralelinde bulunan ara sokaklardaki restoranlar. Örneğin bir tanesine girdik ve kişi başı 15-16€ civarına rahat rahat doyduk.

Bairro Alto Bölgesi
Bu bölgeye Rossio ya da Baixa-Chiado metro istasyonlarından bu bölgeye ulaşabilirsiniz. Rossio Meydanı civarında gezip etrafındaki kafelerde oturabilirsiniz. Gerçek bir Lizbon gezintisi yaşamak istiyorsanız uğramanız gereken yer kesinlikle Bairro Alto bölgesi. Burası daracık sokaklardan oluşan, bir çok yokuşa sahip, eski, o meşhur deprem zamanlarından kalma yapılara sahip çok hoş bir bölge. Şehirn kalbi, akşamları özellikle belli bir saatten sonra burada atıyor. Ufak restoranlar, barlar, şarap evleri ve kafeler var. Oldukça canlı bir bölge.

Rossio Meydanı
Rossio metro durağının bulunduğu bölge. Şehrin merkezi noktalarından. Meydan olarak çok bir özelliği yok fakat etrafında kafeler falan var. Gittiğinizde buraya farkında bile olmadan bir kaç kez uğrayacaksınız.

Santa Justa Asansörü
Lizbon, gerçekten de fazlaca yokuşa sahip bir şehir. Kuşbakışı yakın gibi görünen noktalar arası seyahat bu nedenle çok yorucu olabiliyor. O derece yokuşlu ki şehrin tam ortasında, şehrin aşağı bölgesini, daha yukarıda olan başka bir bölgesiyle bağlamak için bir asansör bile yapılmış. Santa Justa Asansörü’nü, bu amaçlar kullanabilir ya da yalnızca seyir terasına çıkabilirsiniz. Seyir terası için 1,5€, normal kullanım için de 4€ vermeniz gerekiyordu sanırım. Biz oradayken etrafına tadilat amaçlı branda gerildiği için manzarası kapanıyordu o nedenle binmedik.





Alfama Bölgesi
Merkez diye bahsettiğim lokasyonun biraz dışında kalan bu bölge, yine oldukça dar sokaklar ve yokuşlardan oluşan, şirin ve nostaljik bir bölge diyebiliriz. Nehir kenarından, Sao Jorge Kalesi’ne kadar uzanan bir bölge. Bairro Alto bölgesinden, gücünüz yeterse yürüyerek ya da meşhur Tram 28 ile bu bölgeye ulaşabilirsiniz. 

Sao Jorge Castle (Lisbon Kalesi)
Alfama Bölgesi’nde bulunan bu kale, şehrin en yüksek noktası sayılabilir. Kalenin çevresi bile oldukça yüksek bir tepe üzerinde. Manzarası çok övüldüğü için buraya gittik. Kaleye giriş ücretli. Kale etrafında, yine ücretli olarak girilebilen büyük sayılabilecek bir park ve müze bulunuyor. Sırf manzara için bu bölgeye geldiyseniz kalenin hemen alt tarafında, Lisbon Katedrali’nin arkasında bulunan seyir terasına gidebilirsiniz. Hem panaromik bir manzara elde edebilir, hem de buralarda bulunan kafelerde kahvenizi yudumlayabilirsiniz.

Lisbon Katedrali (Se De Lisboa)
Alfama Bölgesi’nde bulunuyor. Açıkçası Tram 28’in güzergahı üzerinde bulunduğu için ve “Adettendir, madem bir Avrupa şehrini geziyoruz, Katedralsiz olmaz” mentalitesiyle buraya gittik. Katedral, sahip olduğu iki kulesiyle Paris’teki Notre Dame’ın birebir kopyası diyebilirim. Giriş ücretsiz. Akşam buranın ışıklandırması çok güzel diyorlar. Biz gitmedik fakat gidip görülebilir. İçerisi, heybetli sayılabilir. Ortalamanın üstü bir büyüklüğe sahip. 1100'lü yıllardan kalma bu katedrali, zamanınız olursa gidip görülebilir diyebilirim.

Belem Bölgesi
Bu bölge, Lizbon’un okyanusa açıldığı bölge. Şehrin genel olarak merkezi sayılabilecek diğer bölgelerden biraz daha uzakta. 15 numaralı tramvayı ya da tren kullanarak merkezden buraya ulaşabilirsiniz. Gündüzleri şehrin gezilecek önemli yerlerinden burası. Şehrin okyanusa açılan bu bölgesinde bol bol lüks yatlar ve yelkenliler görebilirsiniz.

Jeronimos Manastırı
Belem bölgesinde tramvaydan indikten sonra ilk karşınıza çıkacak yapı Jeronimos Manastırı olacak. 1500’lü yıllarda tamamlanan manastır, Rönesans dönemi havası taşıyor diyebilirim. Çok iyi dizayn edilmiş bir bahçesi bulunuyor. Manastırın büyüklüğü ve dışarıdan görünümü size hemen Louvre Müzesi’ni çağrıştıracaktır. Bu gezide çok fazla kapalı alan gezmek istemediğim için burayı pas geçtim. Merak edenler gezebilir, önemli bir nokta.  

Keşifler Anıtı
Manastırın nehir tarafına doğru karşısında bulunan heybetli yapı, adını 1500’lü yıllarda yapılan keşiflerden ötürü edinmiş Keşifler Anıtı’dır. Nehrin hemen yanında bulunan, dar yüksek ve bir yelkeni andıran bu yapı, 1900’lü yıllarda yapılmış. Yapının üzerinde bulunan heykellerin arasında Vasca da Gama, Magellan gibi ünlü kaşifler de bulunmaktadır. 4€ ödeyerek bu yapının tepesine çıkabilir, Lizbon’u ve Tejo Nehri’ni bir de tepeden görebilirsiniz. Yine buradan, Golden Gate çakması görünümündeki 25 Nisan köprüsünü ve hemen karşı yakadaki büyük İsa Heykeli’ni de görebilirsiniz.



Belem Kulesi
Keşifler Anıtı’nın biraz ilerisinde görülebilecek bu yapı 16. yüzyılda savunma amaçlı olarak yapılmış. Okyanus tarafından şehre giriş noktasında bulunduğu için ayrı bir stratejik değeri vardır ve UNESCO dünya mirasları arasındadır. İlk zamanlarında nehrin ortasında bulunan bu yapı, büyük deprem sonrası karaya yanaşmış. Bu yapı gerçekten görülmeye değer. Çok sıra olduğunu için biz içerisinde giremedik ama merak da etmiyorum değil.


Sintra Bölgesi
Bu bölge, Lizbon merkezinin kuzey batısında kalan, şatoları, doğası ve meşhur Cabo da Roca ile kesinlikle gidilmesi gereken bir lokasyon. Rossio metro istasyonunun hemen yanındaki Rossio tren istasyonundan 15€’luk kombine biletinizi alarak trenle 40 dakikada merkezden Sintra’ya ulaşmanız mümkün. Kombine bilet önemli çünkü dönüş treni ve daha da önemlisi o bölgedeki otobüsler, bu bilete dahil oluyor. Trenler zaten 15-20 dakikada bir kalkıyor. Bölge, oldukça dağlık ve yeşillik bir mekan, Karadeniz’i andırıyor. Kale ve şatolarıyla meşhur. Buralara farklı otobüsler ile gidilebiliyor. Hepsini gezmek biraz zaman alabiliyor.

Castelo dos Mouros
Sintra istasyonundan 434 numaralı otobüs ile buraya ulaşabilirsiniz. Biz gittiğimizde etrafta acayip bir sis vardı ve bu kaleye inanılmaz bir kasvet ve korku katmıştı. Sanıyorum biraz şanslı bi zamanımızdı. Kale, 8. yüzyıldan günümüze kadar gelmiş. Müslüman döneminden kalma. Sintra’yı tepeden gören bir yeri var. İki adet kulesinin ucunda tepeye çıkmak gerçekten cesaret istiyor. Sonrasında devasa bir boşluğa avazınız çıktığı kadar bağırabilirsiniz:) Buradan okyanusu ve Pena Palace’ı görmeniz mümkün. Kale bahçesi ise adeta Amazon ormanları diyebilirim. Gökyüzüne fışkırmış ağaçlar, her tarafı yosunla kaplı kayalar, değişik kuş cıvıltıları… Bence burayı görmeden geçmeyin.

Pena Palace
Mouros kalesinden sonra yürüyecek takatiniz kaldıysa Pena Sarayına yürüyerek, yoksa bir sonraki otobüsü bekleyerek gidebilirsiniz, mesafe çok kısa. Mouros Kalesi girişinde Pena Sarayı’nın girişinin de dahil olduğu kombine bileti 14€’ya alabiliyorsunuz. Pena Sarayı’nın çok geniş bir bahçesi var. Yukarıya Saraya doğru yürüyerek çıkabilir ya da 3€ karşılığında ring servislerine binebilirsiniz. Saray dışarıdan bakıldığında bir masaldan fırlamış gibi duruyor. Yuvarlar ve spiral hatlara sahip kubbeleri, renkli duvarları ile çok güzel bir görüntü sunuyor. Sarayın içerisinde, zamanında Sarayı kullanmış olan 2. Ferdinand ve ailesinin eşyaları ve odaları bulunuyor. Özellikle Ferdinand’ın konuklarını ağırladığı bir teras odası var ki, avizesi başlı başına bir şaheser; görmeden gelmeyin. Saray, oldukça tepede olduğu için zorlu çıkışınız sonrasında güzel bir manzara ile ödüllendiriliyorsunuz. Kafeteryası da ucuz ve güzel bir manzarası var aklınızda olsun.


Cabo Da Roca
Gelelim Lizbon gezisinin benim açımdan olmazsa olmazına. Avrupa kıtasının en batı ucu olan Cabo Da Roca’ya, Sintra merkez istasyonundan 403 numaralı Cascais otobüsü ile ulaşabiliyorsunuz. Çılgın otobüs şoförlerinin kullandığı araçlarda, daracık Portekiz yollarında yaklaşık 40 dakikalık bir yolculuk sonrası dünyanın sonuna ulaşıyoruz. Değinmeden geçemeyeceğim, Cabo Da Roca’ya gelmeden hemen önce içinden geçtiğimiz bir köy vardı ki, orada inip haftalar boyu vakit geçirmek istiyor insan. “A Good Year” filmindeki evi ve mekanları çağrıştırıyor herşey. Neyse, burayı geçip, Avrupa kıtasının en batı noktası olan uçurum ve fenerden oluşan bölgeye geliyoruz. Yaklaşık 100 metre yükseklikteki falezleri döven okyanus dalgaları insanı gerçekten korkutuyor. Falezlere yaklaştığınızda, anında çok yüksek desibellerde dalga seslerini duyabilirsiniz. Bu bölge, insanoğluna kendisini çok çaresiz ve küçük hissettiren bölgelerden. Yemyeşil bir coğrafya içerisinde yapayalnız bir deniz feneri ve Avrupa kıtasının Atlantik öncesi son durağı. Burayı görmeden Lizbon’u gezmiş sayılmazsınız. Ayrıca oraya kadar gitmişken 11€’ya orada bulunduğunuza dair bir sertifika alabilir ya da posta ofisinden, dünyanın herhangi bir noktasına mektup gönderebilirsiniz.



Cascais Bölgesi
Genelde, Lizbon -> Sintra -> Cabo da Roca -> Cascais -> Lizbon şeklinde tercih edilen güzergahın son noktası Cascais oluyor. Burası, Sintra’nın güneyinde, Lizbon’un batısında kalan, fazlasıyla Bodrum havasına sahip bir sahil bölgesi. Cabo da Roca’dan 403 numaralı otobüsle 15 dakikada buraya varabilirsiniz. Yine okyanusa kıyısı olan bu bölgede, bir çok sahil bulunmakta. Lizbon halkının okyanusa girebileceği en yakın bölge sanıyorum burası. Etrafta bulunan geniş kumsalları, okyanusa olan kıyısı, sörfçüleri, yelkencileri ile biraz Los Angeles’ı da andırıyor. Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarında yürümek, upuzun kumsalında köpekleriyle oynayan, bisikletlerine binen insanları izlemek oldukça keyifli. Gece saat 1’e kadar buradan Lizbon’a tren bulunuyor. Yolculuk yaklaşık 30 dakika sürüyor ve yeşil metro hattının son durağında sona eriyor. Paragraf başında bahsettiğim yolculuk dolu dolu 1 gününüzü alıyor haberiniz olsun.

Lizbon’la ilgili olarak gezilecek dışında bilmeniz gereken, önemli bir kaç detaya da aşağıda değindim.

Ulaşım
Şehirde ulaşım genel olarak rahat denilebilir. Tramvay, otobüs, metro ve taksi opsiyonlarınız var. Örneğin bazı şehirlerde bunların hepsi olmasına rağmen en mantıklısı metrodur; Lizbon’da böyle bir durum yok. Her türlü toplu taşıma aracı aynı sıklıkta kullanılıyor. Eğer oteliniz Baixa XXXX bölgesine yakınsa, uzak bölgelere gitme durumunu dışında toplu taşıma kullanmanıza gerek bile olmayacak. Lizbon lokasyonlar arası mesafeleri kısa olan şehirlerden. Yokuşlarını dert etmezseniz rahat rahat yürüyebilirsiniz (Dert edin!). Taksilere ucuz diyorlar fakat tek sefer kullanmak zorunda kalmama rağmen bana çok ucuz gelmedi. Sanıyorum taksicinin bizi dolandırmasından da kaynaklı bir durum vardı fakat yaklaşık 4km’lik bir mesafeye 13€ verdik. Havaalanı’ndan şehre taksi ve metro hattını kullanarak gidilebilir. Şehirde 4 adet metro hattı var ve sık sayılabilecek sayıda duraklar arası aktarma noktası var. Unutulmaması gereken bir nokta, metroya girişte kullandığınız kartı çıkışta da okutmalısınız, yoksa dışarı çıkamıyorsunuz. Bu nedenle kartınızı saklamanız lazım. Tramvay, metro ve otobüs için tek binişlik kart 1.4€. Bunun için bir de tek seferlik kart satın almanız lazım (0.5€). Şehrin ulaşım firması Carris, bu 3 toplu taşımayı da yöneten firma ve günlük biniş kartı gibi bir nimetleri var. 6€ karşılığında edinebileceğiniz bu kart ile metro, tramvay ve otobüslere 24 saat boyunca ücretsiz binebiliyorsunuz. Bahsettiğim bu ulaşım opsiyonlarının olmadığı noktada, yine şehir merkezinden rahatlıkla binebileceğiniz trenler devreye giriyor. Şehrin biraz dışına çıkmak için tren opsiyonunu kullanabilirsiniz.

Yemek
Bir çok Avrupa şehri gibi Lizbon da yemek konusunda başarılı noktalardan. Okayanus kıyısında olduğunu düşünürsek ana konsept tahmin edeceğiniz üzere deniz ürünleri. Çeşit çeşit, tap taze balık ve bilimum abuk subuk deniz canlısını bulabilirsiniz burada. En meşhurları ise Codfish (Morina Balığı) ve Sardinhas (Sardalya). Morina balığında ızgara ve kızartma opsiyonlarınız var. Ben kızartılmış olanından yedim. Tadı güzel. Beni tek rahatsız eden ise daha önce alışık olmadığım lastik kıvamında bir eti var balığın. Menülerde Sardinhas olarak görebileceğiniz ızgara Sardalya da Lizbon'un meşhur yemeklerinden. Ben oradayken ne yazık ki mevsimi olmadığı için tadamadım ama imkanınız olursa yiyiniz efendim, Haziran ayı civarı başlıyormuş sezonu. Şehrin bir diğer meşhur yiyeceği ise Nata. Bu tatlının, şehrin en meşhur pastanesi olan Pasteis de Belem’den çıkma olduğu söyleniyor. Tatlı bir milföy hamuru üzerine yarı kremalı, yarı soslu bir eklemesi olan küçük bir tatlı. Tanesini 1€ civarına alabilirsiniz. İsteğe göre pudra şekeri ya da tarçınla yeniliyor. İlkini çok beğendim fakat ikinciden sonra fazla tatlı gelebilir. Lizbon’da şarap kültürü ne durumda emin değilim ama her türlü Portekiz’desiniz zaten. Buralara kadar gelmişken bir yerlerde Porto şarabı deneyin kesinlikle. Bu arada gideceğiniz restoranlarda dikkat etmeniz gereken bir husus ise, siz siparişinizi verir vermez masaya gelen türlü aperatifler. Bunların tamamı ücretli arkadaşlar, o yüzden Türkiye’de yaptığınız gibi yumulmayın. Zorla önünüze koyabilirler, kibarca geri gönderebilirsiniz.

Yemek İçin Mekanlar

Özellikle yemek için, eğer ki deniz ürünü seviyorsanız, opsiyonunuz çok fazla. Ben gittiğim bir kaç yerden bahsedeyim. Tripadvisor’da önerilen bir kaç yere gittiğimizde Pazar günü kapalı olduğunu öğrendik. Sonrasında ara sokakların birisinde mecburi olarak, görüntüsü ve servisi iyi olmayan bir restorana oturduk. Tipine, servisine falan bakmayın arkadaşlar, Adega da Mo adlı bu yerde, son yıllarda yediğim en başarılı çupra ve somonu yedim. Lezzet olarak şahaneydi, buraya gidebilirsiniz. Fakat bazı şehirlerin olmazsa olmaz bazı yemek lokasyonları vardır. İşte Lizbon için burası Restaurante Cabaças’dır. Konsept özetle şu şekilde; istediğiniz bir et çeşidi, istediğiniz bir formatta önünüze pişmemiş bir şekilde getiriliyor. Siz bu eti, tepsinizin içerisinde bulunan, ateşte ısıtılıp önünüze getirilmiş granitin üzerinde kendiniz pişiriyorsunuz. Hem etler çok lezzetli, hem de fikir çok orijinal. 9€’ya gelen bu porsiyonlar oldukça doyurucu. İçerisi çok küçük bu nedenle sıra beklememek için 19:30 civarı gitmelisiniz. Buraya gitmeden Lizbon’dan dönmeyin kesinlikle. Başka bir orijinal mekan da Cafe a Brasileira. Burası da oldukça meşhur, cafe-bar tadında bir mekan. 1900 civarından kalma ve bu bölgeye orijinal Brezilya kahvesini getiren mekan olarak bilinen ve sizi geçmişe götüren bir iç tasarımı olan bir yer.


Tram 28
Lizbon’da yapılacak aktiviteleri arattığınızda karşınıza kesinlikle çıkacaktır Tram 28. Bu Tram 28 dediğimiz şey, halen faal olarak çalışan tarihi 28 numaralı tramvay efendim. Güzergahı çok merkezi ve Lizbon’un meşhur yokuşlarından ötürü yürüyerek rahatça gezemeyeceğiniz daracık Lizbon sokaklarını, yürüme hızında gezdiriyor size. Tarihçesini net olarak bilemiyorum fakat trenler çoook eski. Tahtadan, ve tam bir nostaljik havası var. O kadar eski ki bizim bindiğimiz trende, makinist bayan aşağıya inip elinde levye ile rayların yönünü değiştirdi ve yola o şekilde devam ettik o derece :) Lizbon’a gidiyorsanız, günlük ulaşım kartına da dahil olan Tram 28’e binmeden dönmeyin. Olmazsa olmaz listesinin en tepelerinde bence.


Oceanario
Bir çok turistik şehrin olmazsa olmazı olan akvaryum olayı Lizbon’da da var. Bir kaç tanesine gitmişliğim var. Bir çok değişik canlı da gördüm ama burası beni şimdiye kadar en çok etkileyenlerdendi. Akvaryumun için Atlantik, Pasifik, Antartika gibi bölgelere ayrılmış ve her bölgede, oraya ait deniz canlıları barındırıyor. Camsız, açık bölümler var. Penguenler sadece 1 metre uzağınızda kalıyor:) Hayatımda daha önce canlı olarak görmediğim su samurunu bile gördüm (Bu arada efsane şirin bir hayvan kendisi. Suda sırtüstü durup iki eliyle bişeyler yiyen bir tip). Fakat en efsanesi, 4 tarafı gezinti bölgesine doğru girinti yapan, 2 kattan daha yüksek boyutlu dev akvaryum. En alt kısmında, ayağınızın dibine kadar geliyor ve sizi sarmalayan yapısıyla kendinizi okyanusun derinliklerinde hissediyorsunuz. İçerisinde bir dolu, iri boyutta balık bulunuyor fakat o balıkların arasında kalma hissi çok daha etkileyici.
Burası herşeye rağmen Lizbon için bir elzem değil fakat ilk boş vaktinizde 1-2 saatinizi çok güzel bir şekilde değerlendirebilirsiniz burada. Ayrıca Oceanario’nun etrafındaki bölge, Lizbon merkezindeki tarihi görüntüden uzak, daha elit ve modern yapılardan oluşuyor. Ben binmedim fakat ilgilenenler için: Lizbon’un meşhur teleferiği de burada bulunuyor. Bölgeye metronun kırmızı hattında bulunan Oriente durağında inerek ulaşabilirsiniz. Giriş 14€. Biraz pahalı gelebilir fakat Lizbon’daki aktiviteler genel olarak ucuz zaten o nedenle burası size hiç dokunmayacak.

Son Notlar
Lizbon denilince akla ilk gelenlerden bir tanesi de kadınların, eskiden denize açılan ve geri dönmeyen eşleri için yaktıkları ağıt olan Fado’dur. Ben bir türlü denk getirip gidemedim fakat imkanınız olursa deneyin. Burası diğer Avrupa şehirleriyle kıyasladığım zaman oldukça ucuz bir şehir. Hem ulaşım hem de yeme içme olarak. İnsanları ise oldukça çeşitli. Hemen hemen her ırktan insan görmek mümkün. Konuşulan dil olan Portekizce, enteresan bir şekilde kulağıma Almanca - Rusça karışımı bir dil gibi geldi. Bilemiyorum belki de o insanlar Alman ya da Rustu, dediğim gibi insanlar çok çeşitli. Tahminimce Lizbon’un havası Nisan-Mayıs ayları civarında en iyi dönemini yaşıyor. Şehir genel olarak ılık, insanları sıcak, station wagon arabaları fazla, kendinizi rahat hissedebileceğiniz özellikleriyle gidilmesi gereken şehirler listesinde üst sıralara konması gereken güzellikte...

( Lisbon, Portekiz, Cabo da Roca, Belem, Sintra, okyanus, keşif, tatil )